9 Nisan 2014 Çarşamba

Seymour Hersh ve My Lai katliamı

Size uzuun bir yazı sunuyorum. Suriye'deki sinir gazı saldırısıyla TC hükümetinin ilişkisine dair iddiasıyla gündeme gelen gazeteciyi tanıyabilmeniz için. Aynı zamanda, gazetecilik denen meslek hakkıyla yapıldığında neler olabiliyor, hep beraber hatırlamamız için. Seymour Hersh, Irak'ta, Abu Grayb hapisanesinde Amerikan askerlerinin yaptıkları işkenceler ve işledikleri insanlık suçlarından haberdar olmamızı sağlayan insandır. Olan biteni öğrendikten sonra, bunları yazılabilecek kıvama getirmek için beş ay uğraşmıştı. Sabırla çalışmanın ve iğneyle kuyu kazmanın gazeteciliğin şartlarından olduğunu bildiği için. "Belge aradım," diye anlatmıştı bu beş ayı nasıl geçirdiğini, "çünkü elinizde belge yoksa ortada hiçbir şey yoktur, belge yoksa hiçbir yere varamazsınız." Sarin ve Suriye meselesiyle ilgili düşünürken onun bu lafını unutmak doğru olmaz.

(Hersh'ün günümüz gazeteciliğine dair eleştirileri ve gazeteciliğe yaklaşımı hakkında fikir sahibi olmak isterseniz: Lisa O'Carroll, "Seymour Hersh on Obama, NSA and the 'pathetic' American media". Türkçesi de şurada: "Seymour Hersh’le Obama, NSA ve 'hastalıklı' Amerikan medyası hakkında". EK: Umur Talu'nun 10 Nisan'daki yazısı Hersh üstüne; Talu, Amerikalı gazetecinin önce yalanlanıp sonra doğru çıkan pek çok önemli haberini sıralıyor.)


Seymour Hersh, ABD ordusunun Vietnam'da yaptığı My Lai katliamını da ortaya çıkaran insandır. My Lai katliamından dünyanın ve özellikle Amerikan kamuoyunun haberinin olması, tarihin akışını etkilemiş olaylardandır. Bu katliamı, içinde yaşandığı koşulları, gazetecinin bu konuda hakikate ulaşmak için izlediği yolu zamanında çeşitli kaynaklardan öğrenebildiğim kadarıyla aktarmış, yazı dizisi haline getirip yayımlamıştım. Burada tamamını tek seferde sunuyorum (bazı ufak eklemeler-çıkarmalar yaptım).

"Apocalypse Now"un sahicisi


1968 yılında ABD Vietnam Savaşı'na boğazına kadar batmıştı. 500.000 askeri, tuzak dolu tropikal ormanların içerisinde, bir görünüp bir kaybolan Vietkong gerillalarıyla çarpışıyor, Vietkong hiçbir yerden tam anlamıyla temizlenemiyor, ABD yönetimi ve özellikle ordu komuta kadrosu giderek sıkışıyordu. Bölge ele geçirememe, ABD ordusunun en büyük sorunuydu. Vietkong kayboluyor ve yeniden ortaya çıkıyordu. Yürütülen operasyonlarda ne ölçüde başarı sağlandığı bile tam anlaşılamıyordu. Bu, Amerikalıları "ceset sayma" adıyla meşhur olan yönteme sürükledi. Bölge temizlendi mi, şüpheliydi, ama ölü Vietkonglu, şüphe götürmez şekilde ölüydü. Böylece, ABD komuta kadrosunun başarıyı ceset sayarak ölçmeye yönelmesi, tek tek Amerikan askerlerine de daha büyük bir öldürme arzusu ve daha geniş bir öldürme serbestisi veriyordu.

Canlı veya ölü Amerikan askerlerinin giderek küçülen yaş ortalaması, Vietnam'ın donuk yüzlü yoksul köylülerinin üzerine sürülen "er Ryan"ların giderek anormalleşmesine, beklemedikleri anda uğradıkları saldırılar, verdikleri ağır kayıplar asabîleşmelerine yolaçıyordu.

Güney Vietnam'daki Quang Ngai yöresinde Vietkong'un desteği güçlü ve yaygındı. Anlattığım manzara, bu yörenin de manzarasıydı.

16 Mart 1968 günü, Americal tümeninin Charlie bölüğü, Son My yöresindeki My Lai köyü ve çevresine yönelik bir operasyon için helikopterlere bindirildi. Bölüğe Yüzbaşı Ernest L. Medina, bölüğün 2. müfrezesine Teğmen William "Rusty" Calley komuta ediyordu. Vietkongluları "bulmak ve yok etmek"le görevlendirilmişlerdi. Sabah 08.00 sularında helikopterler Charlie bölüğünün askerlerini My Lai'nin biraz uzağına indirdiler. Köy önce topa tutuldu. Sonra 1. ve 2. müfrezeler ateş ederek köye daldı.


Vietkonglu bulamadılar. Onun yerine, insan, hayvan, canlı kimi buldularsa onları yok ettiler. Yaralıları süngülemek, kızların ırzına geçmek, insanların çocuklarını saklamaya çalıştığı barakalara elbombası atmak, yüzden fazla insanı bir hendeğe doldurup taramak gibi caniyane işler yaptılar. Dört saat süren katliamın sonunda 504 insan öldürdüler. Öldürdükleri, kadınlar ve çocuklardı. Ve çok yaşlı erkekler.

Ortalıkta ne Vietkong gerillası ne gerilla olabilecek yaşta erkekler ne atılmış bir silah vardı. My Lai'de Vietkongluların bulunduğu bilgisinin nereden çıktığı, oraya gönderilen birliklere gerçekte ne emirler verilmiş olduğu, bugün bile hâlâ tam açığa çıkmadı. Bilinen, Amerikan ordusunun prestijine büyük darbe indiren işkenceler, ırza geçmeler, başka hunharlıklar ve 504 insanın katledilmiş oluşu.

İşte, kahramanlık böyle bir şey


Hugh Thompson, My Lai katliamına tanık olmuş, arkadaşlarına engel olmaya çalışmış, oradan insanları kurtarmış bir helikopter pilotu. Helikopterde birlikte görev yaptığı Larry Colburn ve Glenn Andreotta ile birlikte, katliamdan 30 yıl sonra, 6 Mart 1998'de Asker Madalyası aldı. Bu madalya, düşman kuvvetlerin bulunmadığı durumlarda hayatını rizikoya atan ordu mensuplarına veriliyor. My Lai köyünde helikopterini çoluk çocuğun saklandığı kulübeyle onları öldürmeye giden Amerikan askerleri arasına indirip gözü dönmüş yurttaşlarıyla çatışmayı bile göze alan Andreotta madalyasını takamadı. Çünkü 1968'de, My Lai katliamından üç hafta sonra düşen bir helikopterde can verdi. Thompson ile Colburn, 1998 mart ayında My Lai'ye gittiler, öyküsünü aşağıda okuyacağınız, katliamdan kurtarıp hastaneye götürdükleri çocukla görüştüler.

İşte Thompson'un anlattıkları:
Helikopter pilotuydum. O sabah, kendi aramızda daha çok 'Pinkville' diye sözettiğimiz My Lai'deki bir kara operasyonuna destek sağlamakla görevliydik. Büyük bir operasyon olması bekleniyordu. Görevim, dost kuvvetlerin cephe hizasında uçup ateş açmak, düşmanın yerini saptayıp onlara bildirmekti... Köy, birliklerimiz oraya yaklaşmadan önce top ateşine tutulmuştu... Bir ara elinde silahla köyün güneyine koşan yirmi yaşlarında bir erkek gördüm. Vurmaya çalıştık ama nişancımız yeniydi, vuramadık. O da kaçtı. Gün boyunca gördüğümüz tek düşman oydu.

...Birliklerimizin üzerinde ileri geri uçmaya koyulduk. Ve kısa süre sonra her tarafta cesetler görmeye başladık. Nereye baksak ceset doluydu. Çocuklar vardı, 2, 3, 4, 5, yaşlarında; kadınlar, çok yaşlı adamlar; ama genç erkekler yoktu aralarında. Genç erkekleri arıyor olmamız gerekiyordu. Nişancım, 'Silahları nerede bunların?' diye sordu...

Dolaşıyor ve yaralı insanları görüyorduk. Yolun kenarında yaralı bir kadın vardı, onu görünce, yanlış birşeylerin olduğunu düşündük... Dolaşıyor, her yere bakıyor ve neler döndüğünü anlayamıyorduk... Birkaç dakika sonra dönüp geldik ve yaralı kadını tekrar gördük. O fotoğrafı hepiniz hatırlıyorsunuzdur. Şapkası yanına düşmüştür. Çıplak gözle iyice yakından bakınca, hemen yanındaki öbür nesnenin ne olduğu da seçilebiliyordu. Beyniydi. Hiç hoş değildi. Başka bir yaralı kadın gördük. Telsize sarıldık, yardım istedik... Birkaç dakika sonra bir yüzbaşı geldi, kadına bir tekme attı, geri çekildi ve onu vurdu.

Bir hendeğin üstünden geçerken, bir sürü insanın oraya doluşmuş olduğunu, kıpırdaştıklarını gördük. Aşağı indim ve bir çavuşa, onları oradan çıkarmak için yardım edip edemeyeceğini sordum. Yaralılar vardı aralarında. Çavuş bana onlara yardım etmenin tek yolunun onları ıztıraplarından kurtarmak olduğunu söyledi. Sanıyorum şok geçirmiştim. Şaka yapıyor sandım, söylediğini şaka kabul etmiş olmalıyım. Tekrar havalandığımızda, mürettebatımın ekipbaşı, 'Aman Allahım, hendeğe ateş ediyor!' diye bağırdı. İki defa daha yardım istedik; yani toplam üç defa. Her seferinde insanlar öldürüldü. Yardım istemekle bu insanlara yardım etmiş olmuyorduk.

Biraz sonra, ahşap bir sığınak gibi bir yere sığınmış bir kadın, bir yaşlı adam ve yanlarında da çocuklar gördük. Yukarıdan baktık, onları ve dost kuvvetleri gördük, ben de helikopteri tekrar indirdim. Kara birliklerine doğru yürüyüp, o sığınakta siviller var, onların oradan çıkmasına yardım edin, dedim. Biri, 'Bir elbombası atalım, çıkarlar,' dedi. Onları durdurdum, gidip insanlara çıkmalarını işaret ettim, çıktılar.

Fakat zor durumda kalmıştım. Sandığımdan daha çok insan varmış orada. dokuz-on kişi kadardılar. Peki, onları bu bölgeden nasıl çıkaracaktım sağ salim? Onları burada bırakırsam ölecekleri kesindi. Amerikalılar hazır bekliyordu. Hiç duraksamıyorlardı. Oysa bu dokuz-on insan kimse için bir tehdit oluşturmuyorlardı. Mürettebatım da ben de o sırada çılgına dönmüştük. Tam hatırlamıyorum ama Amerikalılar ateşe başlarsa ne yapmamız gerektiğini söyledim ekibimdekilere. Neyse ki ateş etmediler, işimiz rast gitti.

Ama bu insanları ne yapacaktım? Burada bırakırsam öldürülecekleri kesindi. Helikoptere yürüdüm, hepsini etrafıma topladım. Telsizle başka bir helikopteri kullanan arkadaşımı aradım. Gelip bu insanları buradan götürmesini istedim. 'Nereye götürmemi istiyorsun?' diye sordu. 'Buradan götür de, nereye olursa,' dedim. Geldi, onların ancak yarısını alabildi, götürüp on mil öteye bıraktı. Geri döndü. Sonra hepsini toparlayıp kalktık.

Dönüp tekrar hendeğin üstünden geçtik. İçinde hâlâ biraz hareket vardı. Yere indik. Ekip şefi Glenn Andreotta hendeğe indi, biraz sonra kucağında kanlar içinde bir çocukla geldi. Onu ne yapacağımızı da bilemiyorduk, ama helikoptere aldık, Quang Ngai'deki yetim hastanesine götürürüz diye düşündük. Helikopterde onun her yerine iyice baktık, yaralı değildi, herhangi bir yara yoktu vücudunda, üzerine bulaşan kan başkasınındı. O gün o çocuğu hastaneye götürüşümüz hayatım boyunca unutamayacağım bir olaydır. Üzüntü dolu bir gündü, çılgın bir gündü. Müthiş hayal kırıklığına uğramıştım, dahası da var. Hastaneye uçup çocuğu bıraktık. Hemşireye, ne yapacaksın bilmem, ama ailesinden kimsenin hayatta kaldığını sanmıyorum, dedim.

Vahşetin "sakıncaları"


Körfez Savaşı sırasında görüp, "Aa, ABD'nin genelkurmay başkanı bir siyah mıymış!" diye şaşırdığınız (o sırada Obama yoktu!), sonra da Dabılyu Bush'un dışişleri bakanı olan zat, Colin Powell, 1968-69'da Vietnam'da görevliydi. Chu Lai'deki Americal tümeninde, G-3 operasyonlarının komuta heyetinde başkan yardımcısıydı. Vietnam'a gönderildiğinde katıldığı birlik, iç organizasyonu bakımından epeyce karışık bir halde bulunan Americal tümeniydi. Parlak geçmişi fark edildiğinde, henüz yüzbaşı olmasına rağmen, rütbesine göre yüksek bir göreve tayin edilmişti.

Powell, bu sırada, askerlerin kendi aralarında taktığı isimle "Kasap Tugayı" diye bilinen 11. Hafif Piyade Tugayı'ndan er Tom Glen'in Vietnam'daki Amerikan kuvvetlerinin komutanı General Creighton Abrams'a yazdığı bir mektupla ilgilenmek zorunda kalmıştı. Glen, 1968 kasımında, ABD'ye dönmeden kısa süre önce yazdığı mektupta özel bir olaydan sözetmiyordu, ama sivillerin ve esirlerin işkenceden geçirildiğini, öldürüldüğünü ileri sürüyordu. Er Glen, komutanına şunu soruyordu: Vietnamlılar, "sırf zevkine, evlerini gelişigüzel tarayan, hiçbir tahrik veya geçerli bir neden olmaksızın insanların üstüne ateş eden" Amerikalıları görür görmez kaçmaya başlıyorlardı; ABD ordusu, bu vaziyette, onların kalbini nasıl kazanabilir, düşüncelerini nasıl değiştirebilirdi? Bu tür eylemler, Glen'e göre, "bütün birliğin her düzeydeki katılımıyla yapılıyor ve bu yüzden, ordunun saptanmış politikası olarak görülüyordu".

Mektubun bir kopyası, ordunun çeşitli kademelerinden geçerek, 9 Aralık 1968'de, Americal tümeninin komuta heyetindeki Yüzbaşı Colin Luther Powell'a iletildi ve konuyu araştırması, rapor vermesi istendi. 1968 haziranında, yani My Lai katliamından iki buçuk ay sonra Vietnam'a, Chu Lai'daki Americal tümeni karargâhına gelmiş bulunan ve katliamla herhangi bir ilişkisi bulunmayan Powell, üç gün içinde, mektupta ortaya atılan iddiaları araştırmak ve Glen'e verilecek cevabı hazırlamakla görevlendirildi.

Mektubun kendisine ulaştırılmasından birkaç gün sonra, 13 Aralık 1968'de, Powell, üstü olan generale verdiği raporda şöyle dedi: bu genç asker yeterince ayrıntı vermemiş, somut veri az, açılacak bir soruşturmaya zemin oluşturmaya yeterli değil bunlar.

Bu fazlasıyla ilginçti, çünkü Glen o sırada Vietnam'daydı, kaldı ki, ülkesine dönmüş olsa bile bulunup görüşülebilirdi, ama Powell ihbar sahibiyle konuşup eldeki bilgiyi artırmayı denemedi bile. "Bu bilgi az, soruşturma açılamaz," deyip geçti.

Glen'i bulup işin aslını öğrenmek yerine, Glen'in komutanıyla görüştü ve ondan, bu askerin artçı birliklerde görev yaptığını, düşmanların esir alınışını ve hele onlara işkence yapılmasını izlemiş olamayacağını öğrendi. Bu da yanlıştı, bizzat Glen'in sonradan, The New Republic dergisinde Colin Powell üzerine uzun bir makale yazan Charles Lane'e söylediği üzre. Glen, bu konuda bilinmesi gereken her şeyi bilen bir askerdi. My Lai'da Teğmen Calley'in adamları Vietnamlıları çoluk çocuk dinlemeden katlettiği gün, Glen'in bağlı bulunduğu birlik de My Khe'de ayrı bir katliam yapmış, 90 kişiyi öldürmüştü.

"Münferit vakalar"...


Geleceğin Afrikalı-Amerikalı genelkurmay başkanı ve dışişleri bakanı, politikada istikbalinin parlak olduğunu o zamandan gösterdi. Üstlerini memnun edecek sonuca varması zor olmadı: Er Glen'in iddiaları asılsızdı. Şurada burada, kabahati bazı çıbanbaşlarına ait olan "münferit vakalar" görülüyor olabilirdi gerçi; ama bunlara hoşgörü gösterilmiyordu, suçlular bulunup cezalandırılıyordu! Powell'in sözleriyle, "Americal tümeninin askerleriyle Vietnamlılar arasındaki ilişkiler mükemmel"di.

Bize ne kadar tanıdık geliyor, değil mi?

Americal tümeninden bir generalin imzasıyla, er Glen'e bir cevabî mektup yazıldı. Oldu bitti... sanıldı.

Çünkü Powell ve onun gibilerin bütün örtbas etme gayretleri işe yaramadı, bir yıl kadar sonra bütün dünya My Lai katliamından haberdar oldu. Sözkonusu "ilişkiler"in de ne bakımdan mükemmel olduğu anlaşıldı.


Bu "ilişkiyi" daha da rahatlatmak için Amerikalılar "ceset sayımı" yaparken, Vietkongluları "v.c." (Viet Cong), "masum sivil"leri "inciv" (Innocent Civilians) olarak geçiriyorlardı kayıtlara. Aradaki fark, bir-iki harfle iki noktadan ibaretti zaten. Çoğu zaman da, sivillerin "v.c." olarak kaydedilmesi yoluyla, hunharca operasyonlar askerî başarılara dönüştürülebiliyordu. Powell'in planlamasına bizzat katıldığı ve daha sonra ödüllendirildiği dört aylık Vernon Lake harekâtında, meselâ, 23 Amerikalı ölmüş, buna karşılık bunun on katı kadar "v.c." cesedi sayılmış, 104 "inciv" de arada kaynamıştı. Bunlardan kaçının "v.c." olarak gösterildiğini bilmek mümkün değil tabiî. Belki My Lai örneğine bakılarak bulunabilir...

Çünkü My Lai katliamı da bu mantık ve yöntem yüzünden günlük askerî tutanaklara bir "zafer" olarak geçmişti. E, sayıyordun cesetleri, 100 küsur "v.c." bertaraf edilmiş. Az şey mi? Tabiî şu da merak konusudur: Hazır 504 ceset varken, hepsini niye yazmadılar acaba? Yanlarına birer "v.c." ibaresi koymak yetebilirdi.

Ama 504 ceset, o koşullarda fazla büyük bir başarı anlamına gelecek ve ister istemez dikkat çekecekti. Yapılan işin kirliliğinin suçlular da farkındaydı, "zaferi" büyütmediler.

"İlişki" meselesine gelince; Powell samimi değildi tabiî. 25 yıl sonra bir gazeteciyle görüşürken, My Lai'daki felâketin "trajik fakat anlaşılabilir" olduğunu söyleyecek, durumu şöyle tasvir edecekti: "Kızılderili toprağında gibisiniz. Her taraf Vietkong kaynıyor. Oraya dalınca, karşınıza çıkan herkesle savaşıyorsunuz."

Yani neymiş? "ilişkiler" aslında pek o kadar mükemmel değilmiş...

Katliamdan yaklaşık bir yıl sonra, yüksek düzeyde ordu müfettişleri Americal tümeni karargâhına geldiler; 13-14 Nisan 1969'da. Albay Howard K. Whitaker, Washington'dan aldığı emir üzerine ziyaret ediyordu karargâhı. Glen'in mektubu sessizce tesirsiz hale getirilmişti, ama bu sefer de ortada Ronald Ridenhour'un mektubu diye bir bela vardı.

Ridenhour da Vietnam'da, bol Vietkonglu Quang Ngai bölgesinde görev yapıp terhis olmuş bir erdi. Charlie bölüğünden askerlerle bira içerken, katliamın hikâyesini öğrenmişti. Katliamcılar, marifetlerini ballandıra ballandıra anlatmışlardı. Ridenhour çok sarsılmış ve iş edinip takımdaki öbür askerlerle de konuşmuş, olay hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmuştu.

Terhis edilip ABD'ye döndüğünde, oturdu, her şeyi yazdı ve 29 Mart 1969'da, Washington'da öndegelen 30 insana postaladı. Mektubunun sonuna da Winston Churchill'in ünlü sözünü iliştirdi: "Vicdanı olmayan bir ülkenin ruhu da yoktur, ruhu olmayan ülke de yaşayamaz."

Er Ridenhour, er Glen'den daha uyanık çıkmış, ihbarı sadece ordu yetkililerine iletmekle yetinmemiş, Kongre'den kişilere de ulaştırmıştı.

Vietnam'daki Yüzbaşı Powell'ın o sırada bu mektuptan haberi yoktu. Gelen müfettişlerin talebi üzerine, birliğin günlük kayıtlarını tarayıp, "olağandışı bir olay veya büyük can kaybıyla bağlantılı bir tutanak" aramak zorunda kaldı. Sonradan anlattığına göre, niye, diye sormuş, müfettişler cevap vermemişlerdi. O aradı mecburen. Ve bir kayıt buldu. My Lai yöresinde "ceset sayımı" sonucunun çok yüksek çıktığı bir operasyonun kaydını... Müfettişlerin teybine gerekli bilgileri okudu. 1969 kasımında, My Lai katliamı yüz kızartıcı bir skandal olarak patlayana kadar, Yüzbaşı Powell ne askerlerin kendi aralarında bira içerken konuştuklarından haberdar oldu ne de bu konuda herhangi bir şüpheye kapıldı.

Müfettişlik yapsın diye oraya gönderilmiş Albay Whitaker de anlaşılan öyle her şeyden şüphelenen bir asker değildi. Aksine, bir an önce tatmin edilmek istiyor olmalıydı. Çünkü, Powell'ın bulduğu verilere baktı, 128 kişinin öldürülmüş olduğunu gördü, bunun, Ron Ridenhour'un "My Lai'de katliam yapıldı" iddiasına haklılık kazandıramayacak bir rakam olduğuna hükmetti. Bütün o iddia edilen işler yapılmış olsa sadece 128 kişi mi -ya da "v.c." mi "inciv" mi olduğu belirsiz 128 yaratık mı- ölmüş olurdu? İddialar "aşırı abartılı"ydı. Whitaker 17 Nisan 1969'da raporuna böyle yazdı.

Neyse ki bütün bunlardan tatmin olmayan bir insan daha vardı gerekli yerde. Washington'daki ordu müfettişlerinden Albay William Wilson, Ridenhour'un mektubunu sahiden ciddiye almıştı. Katliama tanık olup da sonradan terhis olup ABD'ye dönmüş kim varsa bulmaya çalıştı. Albay Whitaker Chu Lai'ye gittiğinde bunlardan hiçbirini bulamamıştı haliyle. Aradıysa tabiî; bilmiyoruz. Ama Albay Wilson aradı, buldu ve konuştu.

1969 sonbaharında ABD'de zaten savaşa karşı protesto dalgası almış yürümüştü. Powell, soradan gazeteci Bob Woodward'a söylediğine göre, protesto gösterilerine baktıkça, "ihanet ve alçaklık" görüyordu. İşte My Lai katliamı haberi böyle bir ortamın ortasına bomba gibi düştü. Katledilmiş kadınların, çocukların görüntüleri ortaya çıktı ve askerlere doğru savrulan onca hakarete bir de "bebek katilleri" yaftası eklendi. Subaylar görevlerinden istifa etmeye başlayacaklar, hattâ bir kısmı protestoculara katılacaktı.

Bunların olması için, General Peers'in My Lai katliamı hakkında doğru dürüst bir rapor hazırlaması gerekecekti.

28 subay yerine bir tek sanık


Vietnam'da, Vietkong tehdidinin güçlü olduğu Quang Ngai bölgesinde görev yapıp terhis olmuş er Ronald Ridenhour'un 29 Mart 1969'da, Washington'da öndegelen 30 insana postaladığı mektup, ABD ordusunun en üst düzeyde soruşturma kararı almasına yolaçmıştı. Mektup, kimi Kongre üyeleri dahil, Washington'da pek çok insanın elindeydi. Felaketin kamuoyuna yansıması an meselesiydi. Pisilğin üzerine örtülmüş kumu eşelemek zorunlu hale gelmişti. Soruşturma General Peers tarafından yürütülecekti.

Bu arada, ordunun Kriminal Soruşturma Bölümü (CID) de bir soruşturma yürütmekteydi. Ancak ordunun normal prosedürü içerisinde örtbas etme ve geçiştirme işlemleri mükemmelen sürdürülebiliyordu. Charlie bölüğünün komutanı Yüzbaşı Ernest Medina, 100 sivilin öldürüldüğü yollu sözler üzerine kendisini çağırıp bilgi isteyen bir üstüne, My Lai'daki operasyonda 20 ile 28 arasında sivilin makineli mermisi veya top ateşi ile öldüğünü söylemişti. Üstü de "iyi" deyip geçmişti anlaşılan. Bir ay kadar sonra, 11. Piyade Tugayı komutanı General Oran K. Henderson'un hazırladığı raporda, 20 sivilin "istenmeden öldürüldüğü" bilgisi yeraldı. İş "münferit vakalar" felsefesine pek uygun olan bu göstermelik raporlarla falan kapatılacaktı onlara kalsa.

Ancak General Peers'inki sahici bir soruşturma oldu. Bu soruşturma sırasında 400'ü aşkın tanık dinlendi, toplanan ifadeler yirmi bin sayfadan fazla tutuyordu. 14 Mart 1970'te Peers raporunu açıkladı. Peers raporu, 16 Mart 1968 günü yaşanan vahşetin ayrıntılı hikâyesini içeriyordu. İşlenen suçlar, yaralamadan öldürmeye, işkenceden tecavüze, maaşaallahtı.

Soruşturmanın hemen başında Teğmen William Calley ismine ulaşılmış ve bu subay ABD'ye geri çağırılmıştı. 1969 Eylül'ünde Calley 109 sivili öldürmekle suçlanıyordu. Raporda aynı zamanda, Tugay Komutanı Albay Henderson ile katliama yolaçan harekâtın komutanı Yarbay Frank Barker'ın işlenen savaş suçuna dair temel bilgilere sahip oldukları fakat hiçbir şey yapmadıkları da belirtiliyordu.

General Peers, My Lai katliamıyla ilgili olarak 28 subayın yargı önüne çıkarılması gerektiği sonucuna varmıştı. İki subay da, katliamın örtbas edilmesine yardımcı oldukları için yargılanmalıydı, Peers'in raporuna göre.

Ama ABD ordusu, katliam yapan mensuplarına böylesine kıymayı göze alamadı. Bizdeki Memurin Muhakemat Kanunu'na benzer hükümlerin arkasına saklanan ordu hukukçuları, sadece 14 subayın yargılanmasına cevaz verdiler. Bunlardan da sadece biri mahkeme önüne çıktı ve ceza aldı.

My Lai katliamını fiilen gerçekleştiren askerlerin macerası da böyle mutlu sonla bitti. Ordunun soruşturmasında, otuz askerin ciddî suçlar işlediği belirlendi. Bunlardan on yedisi ordudan ayrıldı ve yargılanmalarına gerek kalmadığına hükmedildi, haklarındaki davalar sessizce düşürüldü. Gerikalanları da ya davalarının düşmesiyle ya da suçsuz bulunarak yırttılar. Yırtmaları sağlandı. Sonuçta sadece Teğmen Calley ceza aldı. Ağır işlerde çalıştırılarak ömürboyu hapsedilmesi kararlaştırıldı. Askerî cezaevine kondu, 4,5 ay yattı.

Fakat bu sefer de Başkan Nixon devreye girdi. "Vatan için kurşun atan da yiyen de..." makamından. Başkanın şahsî yetkisini kullanmasıyla Calley serbest bırakıldı. Sonraki üç yılı, Georgia'da, Fort Benning'de ev hapsinde geçirdi. Bu arada cezası da ömürboyu hapisten on yıl hapse çevrildi. 1974'te, cezasının üçte birini çekmiş olduğundan serbest bırakıldı.

Bir kuyumcunun kızıyla evlendi, kuyumculuk yaptı. Fotoğrafını çekmeye kalkan olursa yüzünü kapatabilsin diye hep yanında bir şemsiye taşıdı. Halbuki normal zamanda da kapatmalıydı. Her türlü röportaj talebini reddettiği kırk yılın ardından, nihayet, katliamdan ötürü vicdan azabı ve pişmanlık duyduğunu söyledi. Kendi ömrünün sonuna yaklaşırken. Sayılmaz...

Gazetecilik diye bir şey var


Gerçi 1960'ların sonlarına yaklaşıldığında ABD'de savaşa karşı muhalefet ciddî boyutlara ulaşmıştı ve basın da bu dalgadan payına düşeni alıyordu. Ama genel olarak My Lai katliamına kadar, Amerikan basını Vietnam Savaşı'yla ilgili haberlerinde askerî komuta heyetine muazzam pürüzler çıkarmıyordu. 1969 sonbaharında katliam haberinin ortaya çıkışı çok şeyi değiştirdi. Hem basının tutumu daha eleştirel oldu hem de askerler gazetecileri "olay yeri"nden olabildiğince uzak tutmak gerektiğini düşünmeye başladılar.

Dünya, ABD ordusunun My Lai vahşetini Amerikalı bir gazeteci sayesinde öğrendi: Seymour Hersh.

1969 sonbaharında serbest muhabir olarak çalışan Hersh'in haberi ülkenin her tarafından çeşitli gazete ve dergiler tarafından yayımlandıktan dört gün sonra, Cleveland Plain Dealer, katliamın, ordu fotoğrafçısı Ron Haeberle tarafından çekilmiş görüntülerini bastı ve My Lai katliamı, o günleri yaşayanların zihnine bir daha çıkmamak üzere kazındı. Hersh'in ilk haberinin ve fotoğrafların yayımlanmasının ardından, ihbar mektubuyla asıl soruşturmanın açılmasını sağlayan eski asker Ridenhour gazeteciyi aradı, Hersh de başta Amerika, dünyayı sarsan hikâyenin ayrıntılarını böylelikle tamamlayabildi.

Seymour Hersh, 1960'larda Associated Press adına Pentagon muhabiri olarak çalışıyordu. Savaşa karşı çıkan başkan adayı Eugene McCarthy'nin basın danışmanlığını yapmak üzere bu görevinden ayrıldı. 1969'da Pentagon hakkında bir kitap üstünde çalışırken, Vietnam gazilerinin avukatlığını yapan bir adam bürosuna gelip onun kulağına şunu fısıldamıştı: Ordu, 75 sivili öldürmekle suçlanan bir subayı yargılayacaktı.

Hersh bunu duyar duymaz niye ciddiye aldığını tam açıklayamadı sonradan. Galiba sağduyu ve tecrübe sözkonusuydu. 1992'de meslektaşlarıyla görüşürken, "Savaş hakkında yeterince bilgim vardı, bunu mantıksız bulmayacak kadar," demişti Seymour Hersh.

Gazeteci, fısıltı yoluyla gelen ilk ihbardan sonra biraz araştırdı ve meselenin Teğmen Calley diye biriyle ilgili olduğunu öğrenebildi. Ordu içinden birilerine sordu. Hep şu cevabı aldı: "Bulaşma bu işe, kafanı çevir!"

Hersh, bir gün başka bir iş için gittiği Pentagon'da, önceden tanıdığı bir albaya rastladı. Albay, Vietnam'da yaralanmış, generalliğe yükselmişti. "Şu Calley meselesi nedir?" diye ona da sordu Hersh. Ve şu cevabı aldı: "İlişme ona!"

Seymour Hersh tanıdığı bir Kongre üyesine de gidip Calley meselesini sordu. Adam konuyu biliyordu. Gazeteciye, "Yazma onu," dedi. "Orduyu mahveder bu iş."

Hersh bunun üzerine daha da sıkı eşelemeye koyuldu ve katliam sanığı Teğmen Calley'in avukatına ulaştı. Avukat George Latimer, bir emekli askerî hâkimdi ve Salt Lake City'de çalışıyordu. Hersh onu aradı ve, "Sizinle Calley konusunu görüşmek istiyorum," dedi. "Yarın Kaliforniya'ya gidiyorum. Uçağım Salt Lake'de bir süre bekleyecek. Uğrasam olur mu?" Latimer "valla bilmem ki" yollu bir cevap verdi.

Hersh, avukatın hâkimlik yaparken yeraldığı birkaç davayla ilgili dosyalara baktı, onunla buluştuğunda bir süre bunlardan sözetti, uzun uzun konuştular. Buzlar eridikten sonra bir ara Calley'in avukatı, müvekkili hakkında gazeteciye şöyle dedi: "150 kişiyi öldürdüğünü söylüyorlar."

Hersh, o ana kadar 75 sivilin öldürüldüğünü duymuştu. Şimdi rakam 150 olmuştu. Eski askerî hâkim, şimdi avukat Latimer, "Washington'dakilere" kızıyordu. "Bak şuraya!" diyerek bir dosya açtı, Hersh'in önüne koydu. Burada, Teğmen William Calley'in "111 Doğulu insanı öldürmekle" suçlandığı yazılıydı.

1992'de gazetecilerle görüşürken, "Bu hiç aklımdan çıkmadı," demişti Hersh. "Sanki 10 tane Doğulu bir Kafkasyalı'ya, 12 Doğulu bir Siyah'a eşti. Ne demek, anlayamıyordum. Pek hoştu..."

Gazeteci dosyayı gördükten sonra da şansı yâver gitmişti. Avukat, özür dileyerek, bir telefon görüşmesi için konuğundan izin almış ve bütün belgeleri masanın üstünde bırakıp çıkmıştı. Hersh, masanın öbür tarafında oturduğu için kağıtları tersten görüyordu. Yine de baştan sona okumuş, sonra da gidip hikâyesini yazmıştı. Haberi 30-40 gazete ve dergiye sattı. 1970'te bu haberiyle Pulitzer Ödülü aldı.

My Lai katliamı, uzun yıllar, insanlığın karşısında bir ibret kaynağı olarak durdu. Naklen yayınlı, bilgisayar oyunu tarzı savaşlar döneminde unutuldu.