2 Haziran 2014 Pazartesi

Sokağa dehşet salma projesi

"AKParti Dışilişkiler" (@AKDisiliskiler) diye bir hesaptan atılmış, AKP Genel Başkan Yardımcısı, akademisyen Yasin Aktay tarafından RT'lenmiş (aktarılmış) bir twitte şöyle deniyor (cümle düşüklüğüne takılmıyoruz):
Muhalefet gezi olaylarıyla ne yapmak istediklerini bilmiyorlar. Bir ağaçtan medet ummak düşüncesi putperestliktir.
İlk bakışta sıradan görünse de, bu epeyce önemli bir tanımlama-konumlandırma. Başbakanın "bunlar ateist, bunlar terörist"iyle biraraya getirildiğinde, "millet"in karşısındaki "düşman"ı tarife yarıyor. Bu "millet", biliyorsunuz, Tayyip Erdoğan'a göre AKP seçmen kitlesiyle özdeş.

İmanlı insanlar, sapkın, tehlikeli ve tam da İslâm peygamberinin mücadele ettiği şeyi (putperestlik) temsil eden, imhası giderek kutsal vazife halini almaya başlayan bir düşmanla karşı karşıya. Bu teröristlerin suçu vandallık, yakıp yıkmak olabilir; bu ateistlerin suçu başörtülü bacıma saldırmak, camiye pabuçla girmek olabilir; bunları döversin, birkaçının gözlerini çıkarırsın, birkaçını öldürürsün, olur. Ama karşında milyonlarca putperest varsa, olanca fetih ruhunla onlara karşı ayağa kalkman, sopayı, palayı, ne bulursan eline alman ve gereğini yapman kaçınılmazdır.

Nitekim, başbakan, polisin 31 Mayıs günü çıkacağı vahşet düzeyini "A'dan Z'ye gereği yapılacak" diye dile getirdi. "Gereği"! Basit bir 'otoriter yönetim-isyancı kitle' denklemiyle karşı karşıya değiliz. "Putperestler"e şüphesiz herhangi bir merhamet gösterilmeyecektir.

Devlette meşruiyet zemininin değişmesi


Nitekim 31 Mayıs akşam saatlerinde, polisin hakikaten A'dan Z'ye her şeyi gözünü kırpmadan yaptığı ve "Gezi'cilerin" Taksim'i "alamayacağı" ortaya çıktığında, sanal âlemin İslâmcı militanlarınca, doludizgin sevincin eşlik ettiği bir "galibiyet-mağlubiyet" teması pompalanmaya başlandı: "yenildiler", "mağlubiyetin acısı", vesaire. Yerlerde sürüklenen, coplanan, tekmelenen, kan içindeki insanlar filan, yine hiçbirinin vicdanında en ufak kıpırtı yaratmamıştı. Üstüne üstlük, "mağlup oldular" haykırışları... Bu belli ki, sanal âlemle sınırlı bir muhabbet değildi. Ayasofya'da sabah namazıyla başlayıp Mavi Marmara "etkinliğiyle" devam eden gün boyunca sonucu merak ve heyecanla beklenmiş bir "karşılaşma" vardı ortada. "Gezi'ciler yenilmiş"! Kime? Polise. Bu sevinç çığlıkları, "Daha da vursaydınız", "elinize sağlık", "bunların hakkı kurşun" gibi yaratıcı tavsiyeler, önerilerle desteklendi. Anlamı kabaca şu: İktidar partisi seçmeninin militan kısmı, polisi kendi vurucu gücü olarak görüyor, bağrına basıyordu. AKP propaganda makinesi de polisi artık böyle takdim ediyor.


Zamanında MHP'liler kendilerini polisin yanında görürlerdi, "devlete yardım" peşindeydiler. Orada başka türlü bir ilişki vardı. "Polis bizim vurucu gücümüz" demezlerdi. Hâşâ! Polis "devlet"ti; "milliyetçiler" de devletin yardımcısı. Şimdi, polis sanki AKP'nin şiddet yetkisine sahip paramiliter örgütü gibi algılanıyor. MHP'nin "polis"i gücünü ve uyguladığı şiddetin meşruiyetini "devlet" olmaktan alıyordu; AKP'nin "polis"i gücünü "çoğunluk" olmaktan, "sandık"tan alıyor. Çünkü AKP ve özellikle lideri, kendisinin de uymak zorunda olduğu "kanun" diye bir şey, "devlet"e varlık zemini kazandıran "anayasa" diye bir şey bırakmadı ortada. Polis, kanunen görevi olarak tanımlanmış bir eylemi yaptığında cezalandırılabiliyor; neyi yapıp neyi yapamayacağı, hükümeti de aşan bir "devlet" çemberi içerisinde, yerleşmiş kurallara, teamüllere göre belirlenmiyor.

Yanlış anlaşılmasın, bunlarla, nesnel ve denetlenebilir bir yasal zemin ve çerçeveyi -"hukuk"- kastetmiyorum; bizde öyle bir şey neredeyse hiç olmadı. Hükümetin anlık hesaplarına göre mıncıklanmayan bir işleyişten bahsediyorum sadece. Bu kalmadı. Başbakan emriyle, bakan talimatıyla yapılamayacak işler, verilemeyecek kararlar, artık iki dudak arasında. Polis dahil, devletin pek çok biriminin varlığı, işleyişi, doğrudan "lider"in tasarrufunda. Bunlar, hükümetin keyfî uygulamaları diye eleştirilecek hata ve pürüzler değil, basbayağı yeni bir rejime ait göstergeler.

Polisin "lider"e bağımlı hale gelişi


Polisin varoluş zemini ve işlev tanımı değişiyor. 17 Aralık ertesinde ortaya çıkan ses kayıtlarında, "sen yap, biz gereken yasayı çıkarırız", "kırın girin, savcı yapmıyorsa onu da alın!" türü keyfî zorbalıklara vali, müdür falan seviyesindeki "devlet" görevlilerinin nasıl çaktırmadan direnmeye çalıştığını görmüştük. 25 Aralık'tan sonra Emniyet'in hallaç pamuğu gibi atılması, bir sürü müdürün, amirin ve binlerce polisin oradan oraya sürülmesi, bu tür dirençlerin manası olmadığını cümle âleme -en başta devletin, makamını korumak isteyen tecrübeli memurlarına- gösterdi.

Eski, "nesnel" zemin, yani normal bir demokratik ülkede hukuk diye adlandırılacak, bizde "devletin çıkarı" diye tanımlanan hükümet-üstü zemin, yerini hükümetin çıkarına bırakıyor. Somutlarsak, başbakanın tercihine, talimatına. Bu durumda, hiçbir zaman mevcut kısıtlı yasal sınırlar içerisinde bile hareket etmeyen polis için hayatî önem taşıyan koruyucu zırh ihtiyacı onu kaçınılmaz olarak "lider"e bağımlı kılıyor. Lider, polise, rahatça eylemesini, eyleminin en üstteki liderin sorumluluğunda olduğunu, meşruiyetini de "millet"ten aldığını söylüyor. "Emri ben verdim"i çok yüzeysel yorumluyoruz; derindir.

Bu, polisin onsuz edemeyeceği koruma kalkanının da "çoğunluk" hesabına bağlanması demek. Artık her türlü meşruiyet çoğunluk hesabından türetiliyor. Bu başlı başına, demokrasi ve hukuk kavramlarının inkârı. Ve Tayyip Erdoğan burada kendisini Özal'a, Menderes'e bağlayan bir çizgi görmekte haksız değil; Türk sağı demokrasiden her zaman sadece bunu anladı. Erdoğan'ın farkı, bir anlamda harbiliği: madem böyle; biçimsel sınırlamalara, mış gibi yapmalara, sırf görüntü olsun diye kurgulanmış mekanizmalara ne gerek var! Dediğim olur, biter... Böylece, seçilmiş hükümetin devlet bürokrasisine hakimiyeti gibi bir meşru şemsiyenin gölgesinde, devlet mekanizması partinin, AKP için konuşuyorsak "lider"in komutası altına giriyor. "Lider"in tartışılamazlığı şüphesiz bu sürece ayrı bir renk katıyor, siyahlı kahverengili.


Polisin bu yeni duruma uyum sağlamakta olduğuna dair pek çok emare var. Polis her zaman halka devletin gücünü göstermek üzere gaddarlıklar yapar; bu yeni bir şey değil. Ancak polisin güncel halinde tavrında hem rutini aşan bir isteklilik ve özgüven hem de başbakanın üslûbuyla paralellik var. Ona güvenceyi şüphesiz "lider" veriyor. "Destan yazdılar"dan, "nasıl sabrediyorlar"a gelinene kadar kaç kişi öldü, öldürenlerin cezasız kalması için devletin yine bütün organizasyonuyla seferber olacağı anlaşıldı, bu zaten müthiş ferah bir ortam yarattı polis için. Ordu Roboski'yle, polis Gezi cinayetleriyle, hükümete tabiyetin kendilerini güvende tutacağını anladılar. 17-25 Aralık ertesi tasfiyelerle birlikte bir süre kendi istikbaline dair kaygılar duymuş olabilecek polis aygıtı, hükümetin, sadece kendisine gönlünce asıp kesebileceği bir oyun alanı açmakla kalmayıp, onu partiyle bütünleştirme hesapları yaptığını görüp yönünü buna göre çizdi.

Eskiye göre önemli fark, polisin bütün gaddarlığıyla üzerinde tepinebileceği grupların epey çeşitlendirilmiş olması. Ordu hegemonyasında yaşanırken, polisin tam kapasite zulmü, "vatan hainleri"ne karşı vücut bulabiliyordu. Yerlerde sürüklenecek, coplanacak, işkence edilecek olanlarda "devlete karşı" olma şartı aranıyordu! Partiler arası meselelerde polis, olağan asayiş hizmetleri dışında belirleyici bir rol oynamıyordu. Oysa şimdi polisi, kendisine muhalefet etmeye yeltenen herkese karşı neredeyse en tabiî hakkıymış gibi ortaya süren ve "gelsinler de görsünler" türü konuşmalarıyla ilaveten kışkırtıp ateşleyen bir başbakan var.

Zaten yere düşmüş ve yakalanmak üzere olan göstericiyi tekmelemek üzere beş-on polisin büyük iştiha ve hırsla başına üşüştüğünü, göstericileri kuytuya çekip hayata dair bütün hınçlarını insanlardan çıkardıklarını biz eskiden de çok gördük. Şu anda göz çıkarma, kol kırma vakaları gırla gittiğinden, birçoklarımıza tuhaf ve inanılmaz görünebilir, ama gözaltı sonrası işkence ve şiddet, eskiden daha da beter ve yaygındı. Gazeteci Metin Göktepe'yi, ortada hiçbir şey yokken, sırf gıcıklıktan döverek öldürebilmişlerdi. Örnekler çok çok çoktur.

Dolayısıyla polisin "muhalif gösterici"ye kini, hıncı, acımasızlığı yeni değil. Birtakım amirler, şefler, eğitmenler, polisi bir şekilde istim üstünde tutmak ve karşısındakinin yurttaş değil düşman olduğunu zihnine mütemadiyen yeniden kazımak için onyıllardır uğraşırlar. Uzun zaman önce, Nuriye Akman'ın henüz öğrenci olan müstakbel polislerle bir röportajı yayımlanmıştı; polisin Beyazıt'ta öğrenci gösterilerinde kullandığı aşırı şiddetin her nasılsa medyada konu edilmesinin ardından. Orada Akman polis adaylarına, "Peki sizin oğlunuz kızınız gösteriye katılsa?" diye sormuş ve üç aşağı beş yukarı şu cevabı almıştı: "Benim çocuğum öyle sapıklık yapmaz!" (Akman'ın röportajını ne yazık ki bulamadım, link veremiyorum, ama bu aktardığım kısmı hiç unutmuyorum.) Şimdi de polis eğitmenlerinin "Gezi'ciler" için ateist, terörist, belki putperest dediklerini tahmin edebiliriz. Günün yeniliği bu acımasız robotlaştırma, saldırganlaştırma operasyonlarında değil. Yukarıda izah etmeye çalıştığım, meşruiyet zemininin yer değiştirmesinde. Koca devlet mekanizmasının uzuvlarının, bir parti devletinin aygıtları olmaya doğru gittiği yerde, polis de kurum olarak kaderini devlete hakim olan partiden, liderden ayıramaz. Huşunetle üzerine saldırmak için artık "vatan haini" gerekmiyor, "muhalif" yeterli. Polisin sebepsiz ve dayanaksız şiddetini meşru göstermeye yarayan, "onlar da emir kulu" bahaneleri bu yüzden artık geçerli değil.

İktidar partisinin sokak gücü olarak polis


31 Mayıs'ı benzer başka günlerden ayırt etmeye elbette başbakanın provokasyonu ve polisin vahşeti yetmiyor, çünkü bunların tek örneği o gün yaşananlar değil. Ama bir süredir blucinleri, dağınık kıyafetleri, uzamış sakalları, kimisinin atkuyruklu saçları, mutlaka sırt çantaları, güya numaralı ama çantaların içine saklanmış kaskları, çantalara sokulmuş ama sapı dışarı taşan coplarıyla gördüğümüz sivil polis grupları, 31 Mayıs'ta ilk defa bu kadar öne çıktılar. Üniformasız olmaları, grup halinde saldırdıklarında onları devletin güvenlik kuvvetinden çok linççi bir güruha benzetiyor. Muhtemelen bu şekilde korkutucu etkilerinin artacağı varsayılarak oluşturulmuş ekipler bunlar. Özel bir nefret ve saldırganlık eğitiminden geçirildikleri anlaşılıyor.


Çevik kuvvet gibi topluca hareket etmediklerinden, bir "birlik" gibi algılanmadıklarından, her zaman aralarına resmen polis olmayan birilerinin -meselâ bu iş için "spora" gönderilecek partili genç adamların vs.- karıştırılması-katılması mümkün. Bunlar "gereğini" yaptıktan sonra bir daha asla bulunamayacak şekilde ortadan toz olabilirler. Coplu sırt çantalı siviller, partinin paramiliter kuvveti gibi hareket edebilir, sonra buharlaşabilirler. Ayrıca, köşebaşlarına beşer-onar yerleştirilen Çevik Kuvvet polislerinin, gelen geçene kendiliklerinden bulaşmaları çoğu zaman beklenir bir hal değilken, kabadayı tavırlı kirli sakallılar, sivilliklerinin verdiği hareket serbestliğiyle, ufak çaplı dehşet çemberleri yaratabiliyorlar, görüldüğü üzre. Tayyip Erdoğan'ın Putinvarî rejiminde üniformalı polisi açıkça ortaya sürüp töhmet altında bırakmaksızın muhalif gösterileri dehşet saçarak bastırabilecek ilave bir birim oluşturulmuş sanki. Bunların, sadece coplarını teşhir ede ede gruplar halinde ortalıkta dolaşmasının nasıl bir terörize edici etkisi olduğu, herhangi bir olayın yaşanmadığı 1 Haziran günü Beyoğlu'nda apaçık görüldü.

Gerçi bunların, İstanbul'un eski emniyet müdürü Hüseyin Çapkın zamanında, 2009'da, "kapkaç, dolandırıcılık, yankesicilik, işyerlerinden hırsızlık gibi konularla mücadele etmek için" kurulmuş "Güven Timleri" olduğu söylendi. Ancak "görev yaparken tamamen suçüstüne yönelik olarak çalışacakları" ilân edilmiş bu timlerin kuruluş amacı ve görev tanımında, toplumsal hareketlerde, gösterilerde insan avlamak, sokak, cadde ve semtlere dehşet saçmak gibi şeyler yok. Aksine, "suçlu polisi görmeden suçluyu görmeleri" amaçlanmış, görünmez-tanınmaz olmaları gerekiyor. Hep beraber dolaşmaları, birörnek sırt çantalarından copların dışarı uzanması, küfretmeleri, saldırmaları, yapılan şu tanımların tam aksi bir durumu gösteriyor. İran'ın Besic'leri benzetmesi hiç isabetsiz değil. Burada bir dehşet projesi var.