11 Ekim 2014 Cumartesi

Veli Paşa göreve - yüzde elli seninle!

Tayyip Erdoğan'ın, Gezi isyanı sırasında, henüz başbakanken söylediği, "Yüzde elliyi evlerinde zor tutuyoruz" sözü, şeklen de olsa mevcut parlamenter-demokratik rejimden ayrılış yönünde ilk büyük adımdı. Bunu, kuvvetler ayrılığını yok etmek üzere girişilen tahribat faaliyeti izledi.

Devletin şiddet tekeli dahil bütün otoriteyi tek elde toplamak ve bunu, gereğinde basbayağı sokak gücü olarak harekete geçirilebilecek bir oy çoğunluğuna dayandırmak, şu anda AKP'nin başlıca operasyonel amaçları.

Türk toplum çoğunluğunun elbette AKP öncesinden, çook eskilerden gelen toplumsal hegemonya "kültürü", fırsatını bulduğu anda farklı olanı yaşatmama, alacağını zorla alma, hasmından daha kalabalık, daha güçlü olduğunda saldırarak, linç yoluyla "sonuç" elde etme ekseninde şekilleniyor. "Yüzde elliyi zor tutuyoruz", bu yüzden hem sahici bir tehdit hem de AKP liderinin meşruiyet anlayışını ortaya seren ipucuydu.

Bu, Türkiye gibi bir ülkede söylenebilecek en tehlikeli, en korkunç sözdü; o toz duman arasında -ağırlığına oranla- ihmal edildi sayılır. Bu kadar kolay hazmedilmesinde başlıca kolaylaştırıcı, alışılmış "normal" diyebileceğimiz bir "millî değer"imizdi. Bu "normal" aslında o kadar acayiptir ki, bu normal'e normal denen yer hakkında da fikir verir. Böyle bir yerde, bir haber ajansı (Cihan HA), haberini şöyle bir tweet'le duyurabilir:
"PKK yandaşlarına tepki gösteren vatandaşlar silah ve kılıçla sokağa indi."
Çünkü bu yerde "vatandaşlar"ın evlerinde normal olarak silah ve kılıç bulunur. Bunda anormallik yoktur. Sokağa inmeleri, haber olmuştur.

Bu normallik ortak paydasında, Cumhuriyet'in hepimizi adına hukuk demeye alıştırdığı hukuksuzluk da sağlam bir temel edinmiştir. Devletin hukuka uymak zorunda olmadığını hepimiz biliriz. Hele devlete karşı, hele hele millet-i hakimeye karşı eyleme cüret etmiş birileri sözkonusuysa, sistematik tehditten işkenceye, özgürlüğün, hayatın çalınmasından faili meçhul cinayete her yolun açık olduğunu, devletin bunlar yüzünden asla hesap vermeyeceğini hepimiz biliriz.

Bu yüzden, Bingöl'de iki emniyet amirinin vurulması üzerine bir arabadaki beş kişinin öldürülmesi, başbakanın bunu "cezalandırıldılar" diye sunması, bir Türkiye "normal"idir. Şöyle dedi Davutoğlu:
"Olayın olduğu andan itibaren gerekli talimatlar verildi ve teröristler bir iki saat içerisinde cezalandırıldılar."
Polisleri vuranların o arabadakiler olup olmadığını bile bilmiyoruz. Ayrıca, diyelim, arabadakilerden biri eylemi önlemeye çalışmış, bir başkası aralarındaki bir ya da iki kişinin ne yapacağını bilmeden arabayı kullanmış falansa? Devlet, bunları sorup, ayırt edip, suçluya suçuna göre ceza verebileceği varsayıldığı için biz basit vatandaşlarda olmayan yetkilerle donatılmış bir aygıt. Meşruiyet zemini bu. Demek bu zemin Davutoğlu'nu ilgilendirmiyor. Zaten muhalefete "susmasını" söyleyen bir başbakan o. Çok partili rejim istemiyor anlaşılan.

Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman meşru bir hukuk devleti olmadı. Yani Davutoğlu çıkıp "biz mi bu hale getirdik?" diye sorarsa haksız olmaz. Pişkinlik AKP siyasetçilerinin ortak bir özelliği olduğu için, sorar da bakarsınız. Neyse ki bizim cevap vermemiz gerekmiyor. Çünkü Davutoğlu "cezalandırıldılar" açıklamasıyla zaten niyetini ve yerini ilân etti. Bir sonraki adım, Veli Küçük'le Mehmet Ağar'ın tekrar göreve çağrılması olabilir. Böylece onlar da hayatlarında ilk defa, millet-i hakimenin açık ve coşkulu desteğiyle sanatlarını icra etme şansı bulurlar. Eskiden ne de olsa kısmen gizli kapaklılık ihtiyacı hissediliyordu. Şimdi yüzde ellinin alkışları eşliğinde iş tutarlar. Hem de "kalkan kullanmadan". Cumhurbaşkanı, "Asker, polis artık kalkan kullanmayacak, gereği neyse onu yapacak," dedi. Atış serbest.

Bunlar kimsenin bilmediği şeyler değil, farkındayım. Şu anda nasıl bir rejimde yaşıyoruz, "aman ha, tarihimde temiz bir yaprak olmasın" hezeyanıyla sağa sola saldıran millet-i hakime reislerinin öncülüğünde nasıl bir rejime doğru gidiyoruz, belge kalsın biryerlerde diye yazıyoruz işte.