17 Temmuz 2015 Cuma

Türk basını: bir devlet kurumu

Radikal, 14.07.2015

HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın Diyarbakır yerel gazetesi Özgür Haber'e verdiği çok önemli demeç, pek çok değişik başlıkla aktarılabilirdi. Al Jazeera Türk, şu başlığı tercih etti: “Demirtaş: PKK'ya silah bıraktıramayız”.

Bu tercihin ardında yatan düşünceyi, daha fenası refleksi, psikolojiyi bilmez değiliz. Ama mevzu etsek hemen inkâr edilecek, “Ne var? Bu başlık çıkarılamaz mı?” denecek, falan... Çıkarılabilir de... tek bir şey: PKK'ye silah bıraktıracak merciin zaten HDP olmadığını AJT yazıişleri zaten biliyor mu? Biliyor.

Hükümler vermeksizin, aynı konuşmadan çıkarılabilecek başka muhtemel başlıkları sıralayayım, bakalım en uygunu, en doğrusu hangisidir veya hangi başlık onu seçecek olanın nesini yansıtır.

Şunlar olabilirdi (tırnaklıların başına “Demirtaş, iki nokta üstüste”, tırnaksızlara “Demirtaş'a göre” ekleyiverin):

“PKK ile aramızda organik ilişki yok”
PKK, HDP'yi dinlemez
HDP, “parlamentodaki muhatap”
“Bütün partiler muhatap olmalı”
“Öcalan kadar etkili olamayız”
“Silahı Öcalan bıraktırabilir”
“Öcalan'ı dışlayan formül gerçekçi olmaz”
“Öcalan'sız çözüm arayışı olmaz”
Dolmabahçe sonrasını Erdoğan baltaladı
“Süreci cumhurbaşkanının dayatması tıkadı”
“Çözüm süreci siyasî ranta feda edildi”
“AKP süreci siyasî ranta feda etti”
“Halk barış isterse siyasîler bundan kaçamaz”
“Barışı bütün Türkiye istemeli”
“İçeride ve dışarıda barış demeliyiz”
“Konuşmak savaşmaktan kötü olamaz”
“Öcalan'la konuşmak savaştan kötü olamaz”
“Türkiye kibirli tavrı bırakmalı”
“Büyük devlet sorununu konuşarak çözer”
“Büyük devlet kan davası gütmez”.

Evet, bir kısmı parlak, bir kısmı değil. Ama böylesine hassas bir durumda gösterilmesi gereken itina, başlığın albenisinden fedakârlık etmeye sevk edebilir gazeteciyi. Çünkü işin ucunda memleketin belaya batması, hayatların ve geleceklerin kararması, savaş, kan, ölüm, yeni düşmanlıklar, kısaca hepimizi ilgilendiren felaketler var. Sorumluluk gösterilebilir; gösterilmeli. Ayrıca, meselâ başlıbaşına çözüm önerisi mahiyeti de taşıyan, “kibirli tavır”a ilişkin sözleri başlığa çıkarmak hem anlamlı hem de çarpıcı olabilirdi. Yine, Demirtaş'ın “konuşmak savaşmaktan kötü olamaz herhalde” sözlerinden çıkarılabilecek bir başlık, üzerinde yürümemiz gereken insanî sorumluluk zeminine uygun düşerdi.

“Sorumluluk”, basın-medya mevzuları konuşulurken sık sık zikredilen, genellikle gazetecinin rejime, düzene, devlete bağımlılığını tesis etmek veya güçlendirmek için kullanılan bir kavram. İkinci yaygın kullanımı, “genel ahlâk” gibi, gazetecilerin çoğunun aslında uymadığı, ama çoğunluğa hoş görünmek için lafını etmeye meraklı olduğu bir alana ilişkindir. Tecavüze uğrayan kadının, tercihen iç gıcıklayıcı fotoğrafını koskocaman koyabilirler, ama bazen bir anda aileye, “değerlerimiz”e karşı sorumluluk krizine kapılıverirler.

Benim sözettiğim sorumluluk bu değil. Bir ülkede içsavaş -üstelik içsavaşın da ötesinde, dışarıyla da bağlantılı daha da büyük felaket- ihtimali varsa, buna karşılık, ortadaki sorunun barışçı çözümü için de imkân varsa, herkes ikinci yola yönelsin diye uğraşmanın sorumluluğu. O ülkenin insanlarına, özellikle çocuklarına ve gençlerine karşı sorumluluk. Hele bu mesele onyıllardır, bıçaklar batırılarak boyuna yeniden oyulmuş, kazınmış, artık iğne ucu değse şehirlerden köylerden, yollardan dağlardan bin türlü ahın yükseldiği, muazzam bir yaraya dairse, her şeyden önce, olayların gidişini etkileyebilecek kimselerden insanlığa karşı sorumluluk beklenmez mi?

Beklenirdi. Asgarî insanî değerlerin hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyor olsaydık.

Oysa, bir vakit bütün hayatımızı ve toplumsal kişiliğimizi özetleyen o müthiş özlü sözün azıcık değişik versiyonu geçerli bugün. “Türk milletinin tarihi yoktur, ordusu vardır” denirdi. Basit, slogansı görünen, gayet derin ve isabetli bir sözdü. Şimdiyse, “ahlâkımız yok, devletimiz var” diyebiliriz. Türk toplumunun, birbirini yiyen İslâmcı-mezhepçi kanadıyla seküler kanadı bir anda sarmaş dolaş olabilen “milliyetçiliği” ile devlete tapınmacılığı arasında ayrım yapabilme kabiliyetimi ne yazık ki yitirdim, yoksa daha açıklayıcı olmaya çabalardım.

Mesele elbette sırf Al Jazeera Türk'ün başlık tercihini siyasî propaganda saikiyle yapmasında değil. Zaten “kim yapmıyor ki!” diyeceksiniz. Mesele, mâlûm hastalığın akutluğu. Önceki gün Ardahan'da yaşanan -“sadece” bir kişi öldüğü için Türkiye ölçülerinde ne yazık ki ufak boyutlu saymamız gereken- faciadan sonra hastalığın ne kadar yaygın, ne kadar onmaz olduğunu bir daha gördük. Hemen bütün medya, valinin ilk andaki açıklamasını alıp bağrına bastı, “PKK minibüs taradı” başlığıyla, bildiği, alıştığı, propaganda bülteni rolüne bürünüverdi. Konu, yine alıştığımız, bildiğimiz üzre, bütün sözde düşman kardeşleri bir anda aynı cephenin savaşçısı yapıveriyor.

Ardahan'a muhabir yollamak, artık hemen hiçbir gazete-tv yöneticisinin aklından bile geçmeyen bir fantezi. Neden? Bizzat bu soru ve hepimizin bildiği cevabı, bir ülkede basının meşruiyetini tartışma konusu ettirir. Asgarî insanî değerlerin, meslek ahlâkının vs. varolduğu bir yerde. Peki, muhabir yollamadınız; HDP diye bir şey var; seksen milletvekili var, açılamaz sorulamaz mı? Ne oluyor, denemez mi? Twitter var, HDP milletvekilleri oraya mesajlar atıyor, “asker taradı” diyor. Ölen insanın oğlu dağdaymış, PKK'nin onu öldürmesi tuhafınıza gitmiyor mu? Tarananlar HDP'li; garip değil mi? Sorsanıza!

Emin olamamayı anlıyorum, “Kürt kaynakları” her zaman net, yanlışsız, kesin güvenilir bilgi-haber vermeyebiliyor. Ayrıca çoğu zaman, vurulmuş, ölmüş yakınları hakkında, çatışmanın sürdüğü köyü, mahallesi hakkında vs. haber bekliyoruz insanlardan. Aşırı heyecan dolu, duygu yüklü durumlarda gelen haberler ona göre olabiliyor. Bazen işgüzar siyasî çıkıntılıklar, gelen bilgiye gölge düşürebiliyor. Eyvallah. Haydi, “niye oralarda muhabiriniz yok” kısmını tekrar mevzu etmeyeyim, hiç mi güveneceğiniz insan yok?

Geçilmez ama geçtik diyelim, böyle bir durumda da, yapmanız gereken meşru hareket, valinin açıklamasıyla köylülerin, yöreden insanların, HDP'lilerin açıklamasını karşı karşıya/yanyana koymaktır. Kaldı ki, bizzat taranan minibüsten kurtulan insanların anlattıklarını işittik, birkaç saat sonra. En azından bunları duyduktan sonra başlıklarınızı, haberlerinizi değiştirmeniz gerekmez miydi?

Uzatmaya gerek yok: Türk medyası devletin hizmetindedir ve bu hizmet için emir alması falan gerekmez. Bu bağlantı artık “doğal”dır, Türk gazeteciliğinin hal ve hareketi, reflekslere dayalıdır. “Tercihler” bile diyemeyiz, bunlar reflekstir.

Irkçılık, milliyetçilik, millet-i hakime kibiri, devlet tapınmacılığı, ne korkunç, ne boktan şeyler... Hasta ediyor insanları, kurtarılamıyorlar.