16 Mart 2016 Çarşamba

Şu üç soruyla uğraşsak?

Radikal, 01 MART 2016

Millî eğitim sistemimiz ve toplumsal-ailevî yetiştirme-şekillendirme (yoğurma) mekanizmamız, büyük çoğunluğumuzu yalnız ırkçı yapmakla kalmadı. Akıl-mantık bakımından bizi büyük zaafiyet içerisinde bıraktı. Soykırımla yüzleşmeme ve etnik temizliğe devam etme tutumunun örtüsü ve dayanağı olan inkârcılık, damarlarımıza bir cins doğuştan şirretlik şırınga etti.

Hem bütün olarak, toplum olarak hepimize hem nümune seçilip ortalama insanımıza bakıldığında kolayca tesbit edilebileceği üzre, herhangi bir meseleyi mâkûl zeminde ele alma imkân ve kabiliyetinden yoksunuz, bir çeşit eksikliyiz, hastayız.

Bu kötü gerçek, hayata, dünyaya bakarken bize âdetâ kılavuzluk eden köklü ve yaygın önyargılarımızla birleşince pek feci hallere yolaçıyor. Büyük suçlar işlerken doğru ve haklı olduğunu sanmak gibi bir çelişkinin bile çok ötesinde yaşıyoruz biz. Doğru ve haklı olmayı gereksiz, geçersiz kılmış durumdayız. Yaptığımız ahlâkî midir, insanî midir, yoksa insan olan için kabul edilemez midir, hattâ kendi iddialarımıza, inandığımızı, bağlandığımızı, onlara göre yaşadığımızı iddia ettiğimiz ilâhî veya dünyevî ilkelere uygun mudur, başkalarına ve kendimize yalan mı söylemekteyiz… sorularımız bunlar değil. (Dindar olmayanlarımız için bundan büyük zavallılık, dindar olduğunu ileri sürenler için bundan büyük zül var mıdır?)

Şunlar bizim sorularımız: Elimizde ne kadar güç var, karşımızdakinde ne kadar var?

Arabayla yayanın yolu kesiştiğinde hangisi hangisine yol veriyor? Altında motor, onun hızla harekete geçirebileceği, madenî bir gövde, çarparsa yayayı perişan edebilecek bir kuvvet aracı, daha doğrusu, bizzat -eliyle ayağıyla- hükmettiği cisimleşmiş kuvvet bulunan, yani güçlü olan mı durup bekleyecek? Sürücünün yayaya yol vermesi nasıl bir ilişkinin sonucudur? Dünyada bunu mantıkla, hayatın gerçekleriyle vs. izah edemezsiniz. “Medeniyet”in can alıcı sorusu var burada. Eğer medeniyet, güçlünün zayıfı “doğal olarak” yok ettiği katıksız tabiattan farklı bir âlemse tabiî.

Bizim içinse böyle bir soru dahi yoktur. Yaya ile karşılaştığında medeniyet icabı yol vermesi gerektiğini söyleyeceğiniz sürücülerin yüzde doksanı yüzünüze şaşkın şaşkın bakacak, dediğinize anlam veremeyecektir. Azıcık okumuşu, “e, medeniyet bu araba değil mi?” diye sorar. Bu bir norm meselesi.

(“Cisimleşmiş kuvvet” olma özelliği yüzünden insanlarımızın arabalara bu kadar bağlandığından eminim; fakat bütün cezbediciliğine rağmen bu engin konuya bu kanlı ortamda giremiyoruz -başka hiçbir konuya giremediğimiz gibi.)

Bir şeyden daha eminim: Arabaların ön camlarından sürücülerin, yolu, kaldırımdakileri, karşıdan geleni falan değil, cama önceden çizilmiş bir manzarayı gördüklerinden.

Yani uçuruma doğru son sürat yol almakta olduğunu görmeyen bir toplumuz, bütün bu gerçekler ışığında. Haydi Aksaray çevresinde kurulmuş olan, başarılı bir küçük sanayi sitesi: “ön cama manzara çizilir”; peki gerikalanımız?

Ne demektir “cenazelerden 101’inin kimliği tesbit edilemedi”? Nasıl edilemez? Ne yaptınız, ne hale getirdiniz de tesbit edilemiyor? Ne demektir polis aracına henüz ölmemiş adamı bağlayıp yollarda galiz küfürler eşliğinde sürüklemek? Ne demektir evlerin içlerine, odaların duvarlarına dahi kin ve nefret dolu sloganlar yazmak? Ne demektir kadıncağızın cansız bedenini günlerce sokak ortasında bırakmak? Ne demektir “şu sokakta da iki cenaze bulundu” haberleri?

Kürtlerin en ufak hak talebinden ürken insanlar arasından dahi bunlara itiraz edenler, sırf devletin vakarı, onuru adına bile bunları kabul edilemez bulanlar çıkabilmeliydi; çıkmadı, çıkmıyor, çıkmaz. Kürtlerin kimliklerine ilişkin bütün sorunlarını “ama PKK” çuvalına sokup uçurumdan atmak isteyenlerden bile, şu yapılanları içine sindiremeyenler olmalıydı; olmuyor, olmaz. Niye?

Çünkü arabam var, istersem ezerim. Bu mudur?

Ne demektir, hiç kışkırtıcı, savaş yanlısı şu bu olmayan, aksine, meseleler sağduyuyla, barışçı yöntemlerle halledilebilsin diye çırpınan insanların binbir zorlukla yürütmeye çalıştığı bir televizyonculuğu savcı kararıyla durdurmaya çalışmak? Kimsenin sesi çıkmasın mı istiyorsunuz? Çıkacak. Kaçınılmaz olarak çıkacak, biliyorsunuz. O halde niye? İMC televizyonu AKP seçmenini başka partiye mi yöneltiyor? Ne alâka? Üstelik mâkûl değil, mantıklı değil, işe yarar değil. Niye?

Çünkü altımda araba var, yol benim! Bu mudur cevap?

Şu soruları nasıl oluyor da kimse sormuyor, anlamak mümkün mü:

1. Ucunda PKK’nin silah bırakması bulunan süreç, yani Dolmabahçe mutabakatı nasıl bir anda geçersiz kılındı? Popüler deyişle: masa nasıl devrildi? Ve niye devrildi?

2. Kürtlere ulusal parlamentoda sahiden temsil edildiklerini hissettirecek bir partinin -şu an için bu HDP’dir- Türkiye siyasî hayatında varolması, silahsız, şiddetsiz yöntemlerle yaygın siyasî faaliyet yürütmesi mi “terörü bitirme” amacına hizmet eder, aksi mi?

3. Kendi içinde Kürtlerle en azından ucunda barışma ihtimalinin gözüktüğü bir yola girmiş, Irak ve Suriye’deki Kürtlerle de dostane ekonomik, siyasî, askerî ilişki içindeki bir Türkiye mi bölgede ve dünyada daha güçlü olur, aksi mi geçerli?

Eğer gözümüzü sokakları kaplayan kandan, kanlı sokaklara yıkık evlerden dökülmüş hayat parçalarından alabilirsek, sadece ve sadece bu sorularla uğraşmalıyız.

Ve tabiî şu aslî soruyla: Bu soruların cevabı apaçıkken, niye devlet bunun aksini yapar ve toplum çoğunluğu da destekler? Bu hastalık değilse nedir?

“Ama PKK” sadece bir bahaneden, hakikati görmeye yanaşmama inadından veya yukarıda bahsettiğim hastalığın tezahüründen ibarettir. Azıcık kafası çalışan herkes bilir ki, PKK’yi var eden şartları ortadan kaldırırsanız böyle bir örgüt de zamanla erir. Hak-kimlik talepleri karşılanmış bir Kürt toplumu, en başta, artık silahla birşeyler elde etmeye çalışan birilerine meydan vermez. Fakat zihnimizi saran Türkiye’de yetiştirilmişlik tümörü ya düşünebilmemize izin vermiyor ya da buna yeltendiğimizde bizi olmadık yerlere savuruyor. Bunun sonucu olarak, PKK’yi var eden, Kürtlerin isyanına yolaçan şartları ortadan kaldırmak yerine, anlaşılan, Kürtleri ortadan kaldırmaya yöneliyor AKP iktidarı ve külliyen devlet.

Nitekim Başbakan Ahmet Davutoğlu, konu açılsa kaçması gereken insanlardan biri olmasına rağmen, 1915’i, Ermenileri hatırlattı, düpedüz, Kürtleri soykırımla tehdit etti.

Bunun, korkunçluğu, ayıbı, öte yandan muazzam bir siyasî-diplomatik gaf oluşu ve artık pek çok beklenmedik durumda Ankara’nın suratına çarpılacağı gerçekleri bir yana, bizim idrak edemediğimiz başka bir boyutu var. Başbakan, bütün toplumu muazzam bir şaibe altına sokmuş oldu. “Her an yeniden soykırım yapabilir” bir kitle olarak sundu Türk toplumunu dünyaya. Bağlantı kurma, ele aldığımız konuyu gereken zemine oturtma gibi mecburiyetlerden muaf olduğumuz, dünyaya bakınca kendimiz dışında hiçbir şey göremediğimiz ve zaten dünya da bizim etrafımızda döndüğü için anlayamıyoruz, ama böyle bir vaziyet var.

Sizden ricam, şu yukarıdaki üç soruyu dönüp bir zahmet tekrar okuyun ve yakın çevrenizdekilere sorun.