27 Şubat 2017 Pazartesi

Medya, politik psikoloji, devlet, "terör"

Al Jazeera Türk'te, Politik Psikoloji Derneği Genel Sekreteri Rifat Serav İlhan'ın bir yazısı yayımlandı: "Medya ve terör". Ankara Üniversitesi Politik Psikoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi danışma kurulu üyesi de olan İlhan, medyayı devletle bütünleştirmenin münasip yollarını ararken, bütünüyle işlevsizleştirmeye kapı açacak tehlikeli bir yaklaşımın tipik örneğini de sunuyor.

"Medya," diye yazıyor İlhan, "modern demokratik toplumlarda toplum ve karar vericiler arasında iletişim kurulmasında önemli rol oynar, toplumun ve karar vericilerin tutum ve kanaatlerinin şekillendirilmesinde de kullanılabilir."

Kullanacak olan kim? Yazar özneyi hemen bu cümlenin ardından isimlendirmiyor, ancak yazının her satırına sinmiş önkabulden, bunun "devlet" veya "karar vericiler" olduğunu anlıyoruz. Bir tür "millî güç" yaklaşımı, yine!

Şöyle yazıyor İlhan:

"Ülkemizin günümüzde karşı karşıya kaldığı terörizm tehdidi de göz önüne alındığında, medya temsilcileri, iletişim ve güvenlik uzmanları, karar vericilerle birlikte bir medya stratejisinin hazırlanması ve üzerinde uzlaşılan yayın ilkelerinin belirlenmesi artık bir zorunluluk."

Kabul etmeliyiz ki, yazarımızın yaklaşımı hotzottan uzak. Hattâ azıcık elitler demokrasisi sınırlarında bile sayılabilir. Ancak yaklaşımın doğası gereği, İsrail duvarına çarpması uzun sürmüyor - verilen örneğin bu devletten seçilmesi tesadüfî değil, pek tipik ve isabetli:

"Medya stratejisini devlet aygıtı tek başına değil, belki de günler süren arama toplantılarıyla, medya mensuplarıyla birlikte kararlaştırmalı. İsrail’de devletin düzenlediği, terörle mücadele uzmanları ile medya personelinin bir araya geldiği ‘Shefayim Konferansı’ ve burada alınan kararlar incelenmeye değer bir örnek teşkil eder."

Amaç, gerçekte devlet-toplum ilişkisinde ikincisinin tarafında yeralması gereken medyayı -aslı "basın"dı!- devletin kolu, vazifeli elemanı haline getirmek. Bu yüzden, gazetecilere de azıcık söz hakkı tanınıyormuş gibi gözüken öneride, bu yücegönüllülüğe yolaçan şey de toplum adına meşru söz hakkı falan değil, verimlilik-etkinlik:

"Esasen yayın mantığı açısından uygulanabilirliği de olmayan, tam tersine istenmeyen sonuçlar doğurabilecek tek taraflı idari yasal düzenleme ve kararlar yerine gerçekçi ve işlevsel formüller ancak bu yolla çıkabilir. Çünkü en başarılı ve kalıcı sonuçlar, medyanın terörizmle ilişkili yayın ilkelerini gönüllülükle benimsemesi sonucu ortaya çıkıyor. Örneğin BBC ve Reuters, 11 Eylül terör saldırıları sonrası yeni bir yayın politikası geliştirdi ve terörizmle ilişkili haberlerin nasıl sunulacağı konusunda kendi kılavuzlarını hazırladı."

İki basın kuruluşunun "kendi kılavuzlarını" hazırlamış olmasının esas anlam ve önemi, tabiî yazarımız ve ülkemiz için gazoz mahiyetinde.

Tartışmayın, bilmesinler

Rifat Serav İlhan'ın demeye çalıştığı şeyi ve bunun bizzat bir basın kuruluşunun sitesinde yeralmasını epeyce nâhoş hale getiren esas kısımsa şu:

"Terörün arkasında yatan nedenlerin, örgüt tezlerini de içerecek şekilde medyada tartışma konusu olması, gündem haline gelmesi, ister istemez örgütün siyasi ya da yarı siyasi dolaylı bir meşruiyet kazanmasına neden olur. Medya dünyanın pek çok ülkesinde bu tuzağa düşer. Teröristler de eylemleriyle olabildiğince sansasyon yaratmaya çalışır. Böylece medya, toplum ve siyaset üçgeni içerisindeki iletişim ağına angaje olmuş olur."

Yani: DAİŞ niye var, nereden çıktı, ne istiyor? El-Kaide kim? Nasıl oluştu? Kimler örgütledi? Amaçları nedir? Medya bunları konu etmeyecek. Kimse konuşmayacak, tartışmayacak, bildiğini aktarmayacak, okuru-izleyiciyi aydınlatmayacak. Eşi, sevgilisi, arkadaşı, kızı, oğlu, anası, babası bombayla parçalanarak can veren insanlar bunu kimin niye yaptığını bilmeyecek. Böyle mi?

Hepimiz biliyoruz ki, burada, Türkiye'deki hemen her şey gibi "politik psikoloji" uzmanının da kafasını karıştıran, "terörle ne halt edilecek" gibi genel bir mesele değil. Konu ettiğim makalenin yazarı şu yukarıdaki sorulara muhtemelen, "olur mu canım öyle şey, tabiî konuşulacak" cevabı verecektir. Peki o halde konuşulmaması istenen, zarurî görülen nedir? Elbette PKK eylemlerinin gerisinde yatanlar. Kürt sorunu.

Tek başına olsa muhtemelen konu etmeyeceğimiz, ancak toplumumuzun her hücresine sinmiş bir yaklaşımı örneklediği için üzerinde durduğumuz yazının yazarı, belli ki yıllarını verdiği psikoloji alanından topluma fayda sağlamak yerine bu alanı da devlet buyruğuna sokmayı yeğliyor. Göremediği, bunca şiddetle üstüne gidilmesine rağmen "terör sorunu" denen şeyin asla hallolmayıp, (hallolmak ne kelime, ufalmayıp, azalmayıp, etkisizleşmeyip, aksine, büyümesi, dallanıp budaklanması) kuşaklar boyu hafiflemeyecek hale gelmiş olmasının gerisinde bir toplumsal sürecin bulunduğu, burada da özellikle politik-psikolojinin alanına giren etkenlerin başrolü oynadığı. Dolayısıyla çözüm için de, devletin askerî harekât gibi planlanmış medya stratejilerinden falan çok, bizzat kendi alanının bilgisinin serbestçe kullanılmasına ihtiyaç olduğu.

Oysa, terör eylemlerini, katliamları, insan öldürerek sorun çözmeye çalışmanın yanlışlığı ve çıkmazını kınarken, bunlara karşı sürdürülecek polisiye tedbirleri güvenlikçilere bırakırken, sorunu yaratan "politik psikolojik" etkenleri toplumca ele almaya ne çok yardımı dokunabilirdi. Meselâ böylece Cizre'deki Orhan Doğan anıtını yıktırıp o alana MOBESE kameraları koymaya girişen kafanın "terör"e karşı mücadele mi ettiğinin yoksa o ateşe odun taşımakla mı meşgûl olduğunun anlaşılmasına katkıda bulunabilirdi. Tam da "politik psikoloji"ye ihtiyaç duyulan ülkede, bu alanda çalışan biri, üstelik bir basın kuruluşunun sitesinde, tam da tersini yapıyor. Çünkü herhangi bir meseleye dair düşünürken işe kendini devlet yerine koyarak başlamak farz!? Yazık.