30 Aralık 2014 Salı

"İyi seneler" diyebilmek güzel olurdu

Ne güzel olurdu, herkese mutlu, iyi yeni yıllar dileyebilmek... Bu cümle bile fazla vanilyalı, aşırı kaymaklı gözüküyor.

Türkiye'de yeni yıla Aralık'tan geçilerek ulaşılır. Her yerde öyle, demeyin; bizim Aralık ayı başka bir aralıktır. Katliamlar, operasyonlar, devlet ve millet–i hakimenin elele gerçekleştirdiği kıyımlar ayıdır. Hangi ay öyle değil ki! Evet. Yine de yeni bir yılı başlatarak son bulması, bu ayı özel kılıyor. Yeni yıla doğru ilerlerken, Erdal Eren'i görmezden gelsen Hayata Dönüş'e, Kahramanmaraş'ı bu seferlik atlasan Roboski'ye çarpıyorsun. Yılbaşının ertesi günü de, 19 Ocak'a, Hrant'ın katlinin yıldönümüne gün sayacaksın.

16 Aralık 2014 Salı

Akşam vakti iki haber

Benim için bugünün iki rastgele olayı. İlki, internette gördüğüm bir haber, ikincisi TV'de rastgeldiğim bir konuşma.

Haber, İnsan Hakları Derneği'nin "toplu mezarlar" listesini güncellemesine ilişkin. İHD Diyarbakır Şubesi basın toplantısı, yapıp, 2011'de hazırladığı bir listeyi güncellediğini duyurmuş, yeni rakamlar vermiş. İHD Genel Başkan Yardımcısı ve Diyarbakır Şube Başkanı Raci Bilici'nin verdiği rakamlara göre, Türkiye'nin 25 ayrı ilinde 348 toplu mezar var. Buralarda 4 bin 201 insanın cesetleri bulundu. Kurbanlar, 1990'lardaki kirli savaş sürecinde öldürülen Kürtler. Devlet, JİTEM başta, kurduğu cinayet şebekeleri aracılığıyla Kürtleri topluca ve gizlice öldürüp cesetlerini kaybetmeyi bir politika olarak yürütmüştü.

Cemaat hakkında üç yazı

Bu blogta, 2014 yılı içerisinde Cemaat üstüne yazılmış veya bir şekilde Cemaat'i konu alan çok yazı var. Blogun arama kutusuna "Cemaat" yazarak ararsanız bulabilirsiniz. Bunlardan üçü özellikle kapsayıcı ve genel bir bakış için işe yarar nitelikte. Bu üç yazının başlıklarını, linklerini, içlerinden birkaç cümleyle birlikte burada ayrıca vitrine koymayı faydalı gördüm.

Cemaat dışarıdan nasıl görünüyor?

Cemaat'e dışarıdan bakanlar, orada, ciddî maddî imkânları ve kadro kapasitesi olan, devletin kritik kurumları yargı ve poliste belirleyici güç ele geçirmiş ve bunu kendi siyasî tercihleri doğrultusunda kullanmış bir grup, bir hareket görüyorlar. İç örgütlenmesine dair hiçbir şey bilmedikleri ama örgütlü hareket ettiğini sezdikleri, başbakanı tukuklamaya -haklı veya haksız diye tartışmıyoruz şu anda- kalkışabilecek yoğunlukta operasyon gücüne sahip bir bünye görüyorlar.

Cemaat ile aynı dünyada mı yaşıyoruz?

Cemaat'tekilerin dünyayı algılamakla ilgili çok ciddî sorununun olduğundan şüpheleniyorum. Kendi yarattıkları gerçeklik gözlerini öylesine alıyor ki, sanıyorum, bundan başka hakikat göremiyorlar. Öbür ihtimal, çoğu zaman çocuk kandırma amacıyla yapılıyormuş gibi duran güdümlü izahatlarının, manipülatif yorumlarının ve özellikle gerekçelendirmelerinin sahiden bizi kandıracağını varsayıyor olmaları.

Cemaat hakkında, 3,5 yıl önce

En tepedeki tek kişi o makama nasıl gelmiştir? İslâm dini, “takvası kuvvetli birine biat edin, o ne derse yapın” diyor mu? Böyle değilse, Pennsylvania’da birtakım şuralar, meclisler mi toplanıyor, bilmediğimiz? Haydi haddimi aşmayayım, bu kısmına ben karışmayayım, ama ilmi kuvvetli birileri çıksın, bu tür bir ilişkinin en azından “kabul edilebilir” olduğunu anlatsın, anlayalım.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Cinayeti Cemaat'e yıkma tezgâhı

Hrant'ın öldürülmesini Cemaat'in üstüne yıkma operasyonu başladı. Katil Ogün Samast'ı hapishaneden getirtip konuşturuyorlar. Olan biten zerre kadar güven uyandırmıyor.

İzlenimim, Ogün Samast'a birşeyler vaat edilip, talimata uygun şekilde konuşturulduğu. Cemaat'le bağlantılı bilinen Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer'i cinayetten önce tanıyıp tanımadığını falan sormuşlar. Samast'ın ifadesidir diye yayımlanan haberlere bakınca başka türlü düşünmek mümkün değil. Samast'ın ağzından yazılanlar fazlasıyla şüphe yaratıcı.

Ali Fuat Yılmazer'i televizyona çıkıp saatlerce konuştuğu programlarda izledim. Program esnasında sunucu Tarık Toros'a epeyce tweet gönderdim. Kezâ, Ramazan Akyürek'in, büyük ihtimalle ertesi gün gözaltına alınacağı varsayımıyla çıktığı programı da izledim. Bir sürü tweet de o esnada gönderdim. Her ikisine de sorulması gereken hayatî hiçbir soru ya sorulmadı ya da geçiştirici cevaplarının üstüne gidilmedi. Haliyle. Yılmazer twitter'da faaliyet gösterirken kendisine birçok tweet attım. Cevap vermedi. Belki görmedi, bilmiyorum. Ramazan Akyürek, zaten soru sorulabilecek, sorsan cevap verecek birine benzemiyor. Daha çok, birilerine söyleyip seni "aldırır" sanki.

Yılmazer'in, cinayet sürecinde ve sonrasında bulunduğu konum itibarıyla kritik bilgilere sahip olmaması imkânsız. Ramazan Akyürek'in ise, ancak işin az mı çok mu içinde olduğunu tartışabiliriz. Kendisini TV'de izlemeden önceki bilgilerimizle hakkında sahip olduğum izlenim, kendisinin zerrece güven yaratmadığı TV programıyla bin defa pekişti. Ali Fuat Yılmazer ile ilgili şüphelerimi büyüten de doğrudan doğruya kendisinin tutumu ve savcıya verdiği ifadede sokak dedikodusu düzeyini aşmayan şeyler söylemiş oluşu. O düzeyde bir polis, "Bunun Veli Küçük'ün işi olduğunu herkes söylüyordu, ben de oradan biliyorum" diye konuşuyorsa, bizimle alay ediyor demektir.

Bu işi Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer üzerinden Cemaat'e yıkmayı planlayanlar inşallah göründüğü kadar tehlikeli bir oyun oynuyorlardır. Yılmazer veya Akyürek'in karşı hamle yapıp bildiklerini ortaya dökmeyeceklerine nasıl güvenebiliyorlar?

5 Aralık 2014 Cuma

Osmanlıca, AKP'den çok daha önemli konu

Hiçbir zaman ayrı ayrı ele alınması gereken şeyleri ayrı ayrı ele alıp konuşamayacak mıyız? Osmanlıca meselesinden bahsediyorum. İzninizle numaralayıp maddeleştireceğim diyeceklerimi. Böylesi daha güvenli.

1. Hükümetin Osmanlıca'yı zorunlu ders yapmaya kalkması, genel bir İslâmîleştirme hamlesinin parçası. İyi niyetli bir girişim değil. Eğitimi "dindar nesiller yetiştirme" amacına uyarlama işlemlerinin bir yenisi.

2. Türk Millî Eğitimi denen şey zaten korkunç bir aptallaştırma çarkı ve eğitimde bir nebze iyileşme yaratabilecek hiçbir adım atılmıyor, AKP dışından gelen her öneri reddediliyor. Ortaokullara felsefe dersi konması önerisi gibi.

3. Bizim Osmanlıca bilmiyor, özellikle okuyamıyor oluşumuz, akıl almaz bir durumdur, muazzam bir vahamettir, korkunçtur. Bu eksikliği hissetmeyen, boyutlarını kestiremeyen, cahildir veya kötü niyetlidir.

1 Aralık 2014 Pazartesi

İD'in Kobani'ye Türkiye topraklarından saldırısı

"İslâm Devleti" militanlarının 29 Kasım 2014 günü Türkiye topraklarını kullanarak Kobani'ye saldırdığı artık kesin. Bilmediğimiz, TC hükümetinin veya birtakım devlet kurumlarının bu işe dahlinin olup olmadığı.

TC bu saldırıdan haberdar idiyse ve yapılmasına göz yumduysa, bu elbette sadece ciddi bir suç değil, sanki özel olarak Kürtleri ayaklanmaya kışkırtmak için planlanmış bir sinsi eylem gibi. Fiilen yardım edilmemiş olabilir. Biliniyor ve engellenmediyse, şimdiye kadar olan bitenin bir adım ötesine geçilmiş, bir eşik aşılmış oluyor.

İkinci ihtimal, İD'in bu saldırıyı TC'nin boşluğundan yararlanıp ustaca örgütlemiş olması. İnanmak zor olsa da, bu ihtimal ortadan kalkmış değil. Bu aşamadan sonra hâlâ İD'in Kobani'yi kısa sürede ele geçirebileceğine dair planlar yapılıyor olabilir mi? "İnsaf artık!" dedirtecek bir ihtimal. İD'e saldırı imkânını bilerek vermek, getirisine bakıldığında göze alınabilir bir eylem midir? Şüpheli. Yine de, "olsun, YPG'ye zayiat verdirelim" mantığıyla böyle bir saldırıya devlet yardım etmiş olabilir mi? Akıl, mantık ve izanın hüküm sürdüğü bir ülkede yaşasaydık, bu ihtimali ciddiye almazdık, ne yazık ki burada bu mümkün değil. Şahsî fikrim: zayıf ihtimal.

Sorular, veriler

Şu anda sözkonusu topraklarda (demiryolu, TMO silosu, Mürşitpınar sınır kapısı ve yakın çevresini kapsayan dar alan) herhangi bir insanın, devletin gözetimine yakalanmaksızın dolaşması, hele ellerinde silahları, bomba yüklü araçlarıyla bir sürü İD'çinin devlete gözükmeden gelip geçmesi mümkün müdür? Olmaması gerekir. Mümkünse, başka bir açıdan da vahamet sözkonusu. Yetkililerin, "Yardım etmedik," diye kestirip atmak yerine, bizi insan yerine koyarlarsa açıklamaları gereken ilk husus bu.

Şimdi linkini de vereceğim, tamamen açık kaynaklardan derlediği bilgilerle problemi çözmeye girişen Aaron Stein (turkeywonk.wordpress.com), Türkiye'nin bu saldırıda İD'e yardımcı olacağını hiç sanmadığını belirtmesine karşılık, çeşitli görüntüleri değerlendirerek İD'in Türkiye topraklarını kullandığını ortaya koyuyor. Fiilen, saldırının başka türlü gerçekleştirilebilmesi zaten mümkün değil.

29 Kasım 2014 Cumartesi

Esnafı milis yapmaya daha önce de kalkmıştı

Size 5 Kasım 2008'de Taraf'ta çıkan yazımı aktarmayı uygun buldum. Dönemin başbakanının "esnaf"a misilleme ve başkalarına şiddet uygulama hakkını ilk defa alenen tanıdığı olaydan sonra yazmışım bunu. Başlığı: "Başbakana özel ders teklif ediyorum". İçinde döneme ait bir-iki ayrıntı daha var, onları da atmadım; hatırlama iyidir.

Erdoğan hepimize yol gösterdi. Hukuk zaten eğreti duruyordu, yerine “vatandaşın sabrı” kavramı geçti.

DTP’liler yasadışı gösteri ve taşkınlık yaptılar, normalde maç sonrası balkondan masum insan indiren vatandaş da pompalı tüfekle onlara ateş etti. Ama malına zarar verdiler diye ama aşırıya kaçmış vatanseverlikten; orasını bilemiyoruz.

Gazeteciler başbakana sordu, haliyle; ne diyorsunuz bu tepkiye, dediler. Bizde bile bazen gazeteciler normal gazetecilik yapar.

Başbakan dedi ki: “Vatandaşlarıma özellikle sabır tavsiye ediyorum. Fakat tabiî bu sabır nereye kadar olacak? Bunun da endişesi içerisindeyim. Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz hayatına kast ettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa, o da kendini savunma yoluna gidecektir.”

27 Kasım 2014 Perşembe

Onları niye savunamayız?

AKP propaganda mekanizmasında yaşanan sarsıntı, basit bir “neler oluyor?” tartışmasından fazla gürültü koparttı. daha fazlasını da kopartmalı. Çünkü Star grubu “medya grup başkanı” ile, Star ve Akşam gazeteleri genel yayın yönetmenlerinin beklenmedik bir operasyonla aynı anda görevden alınması, bir değil birçok bakımdan anlamı olabilecek bir gelişme. İktidarın propaganda mekanizmasının gelecekteki şekillenmesine dair sunabileceği verilerin yanısıra yaratabileceği sonuçlar olabilir. Siyasî boyutu olabilir, iktidar çevresinde, hattâ “mutfağı”nda işlerin nasıl yürütüldüğüne dair önemli işaretler içeriyor olabilir, yakın geleceğe dair fikir veriyor olabilir.

Bir tek şey olamaz: Bu konunun gazetecilikle, basınla, hele basın özgürlüğüyle uzaktan yakından ilgisi olamaz. Bir vakitler gazeteci sayabileceğimiz bu insanların son birkaç yıllık angajmanları, pratikleri, neyi niye ve nasıl yaptıkları ortada. Tarafsız bir göz, Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert ve Mehmet Ocaktan’ın gazeteci sıfat ve kimliklerini kaybetmiş olduklarını teslim edecektir.

Bu konuda sayısız kanıt sunulabilir (üşenmem, biliyorsunuz, lâkin o cenahtan kulak veren olmayacağından böyle bir işe kalkışmayacağım). Sadece Karaalioğlu’nun bir ara her vesileyle tekrarladığı, “Yüzde ellinin medyası olmasın mı?” haykırışını hatırlatacağım. Bunu hangi bağlamlarda nasıl bir içerikle gündeme getirdiğine bakılması (ve %50 = parti = lider denkleminin akılda tutulması) çok aydınlatıcı olacaktır. Bu soru işin özünü içeriyordu.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Tekrar saldırınca dayanamadı...

Altınordu devletiyle ilgili bilgi arıyordum. Gözüme şu ilişti:
Bulgarların yerlerine kurulan Altınordu (Altın Orda, yani Altın Devleti) Moğol Hanların hırslı insanlar olmalarından dolayı savaşçı bir yapıya büründü.
İlkokulu, ortaokulu bitireli çok uzun zaman geçmişti. Bana haz verecek canlı hatıralar geride kalmıştı. Onyıllardır hep başka türlü kitaplar okumuştum. Hemen ayrılamazdım.
Toktamış bu başarılarla yetinmedi. Daha önce Altınordu’nun hiçbir zaman egemen olmadığı toprakları almak için etrafa saldırmaya başladı. Aslında hemen her şeyini Timur’a borçluydu. Ancak Toktamış, başarılarının sadece kendi üstün yeteneklerinin sonucu olduğuna inanıyordu. Timur’un egemenlik alanına da saldırılarını sürdürdü. Timur ise, kendisi gibi sert bir kimseden beklenilmeyecek bir sevecenlikle, onu “oğlu saymayı” sürdürdü.
Bünye, eksikliğini çektiği maddeyle temas ettiğinde sarsılır. Sarsılmıştım. Sahalarımda görmek istediğim hareketler bunlardı.
Ama Toktamış, Timur’un evi olan Maveraünnehir’e tekrar saldırınca dayanamadı. Çünkü bu saldırı neredeyse Timur’un sonu olmak üzereydi. Timur, savaş hilesi olarak yaptığı blöfün tutması sonucunda kendini şans eseri kurtarabildi ve Toktamış’ı püskürttü. Artık, ona haddini  bildirmek gerektiğine inandı.
Birisinin de bana haddimi bildirmesi gerekiyordu. Bir girdaba kapılmıştım.
Dıştan sert tavırlı, ama içten yufka yürekli Timur, belki de Anadolu’ya hiç gelmek istemedi. Fakat Osmanlı’da, Yavuz Sultan Selim gibi annesi Türk olan ender padişahlardan Yıldırım Bayezid iktidardaydı. Bayezid heyecanlı davranarak kendisinden yaşça ve toprakça çok büyük olan Timur’a sert çıktı. Ayrıca ... Sırp prensi Olivera ile içkiye, zevk ve sefaya dalmaya başladı. Bu duruma Emir Sultan ile Ahilik teşkilatı bile karşı çıktı. Halbuki Timur’un ünvanı “din yayıcı” idi.
Tarihle ilişkim bu olsun, tarihime böyle yakın olayım istiyorum. Sırp prensleriyle içkiye dalıp zevk ve sefa âlemlerinde benliğimi kaybetmek istemiyorum. Belki de istemem Anadolu'ya gitmeyi. Tarih gelsin yanıma otursun. Bazen ağabey, bazen kardeş, bazen komşu gibi olsun. Kâh sevsin ülkeyi oğlu gibi. Sert davransın bazen dıştan.
Sebepler ne olursa olsun, kader iki yiğit insanı muhtemelen istemeden karşı karşıya getirdi.
Kaderin daha başka neler yaptığına girmek istemiyorum. İçten yufka yürekliyim ben!
_______
KAYNAK: İsmail Hakkı Küpçü, "Altınordu Devleti'nin Zayıflaması ve Rus Birliği"

22 Kasım 2014 Cumartesi

Uzmanından son 20 yılın dış politika dersleri

Harvard Üniversitesi uluslararası ilişkiler profesörü Stephen M. Walt'un Foreign Policy'de ilginç bir yazısı yayımlandı: "Son 20 Yılın İlk Beş Dış Politika Dersi".

Walt, bu dersleri şöyle sıralıyor:

1. Büyük güç politikası hâlâ geçerli.
Yani: Soğuk Savaş bitti, artık belli noktalarda yoğunlaşmış güçler yok, her şeyi belirleyen güç odakları yok, icabında gücünü ortaya koyup sonuç almak yok, sanmayın.

2. Global politikanın epeyce bir kısmı hâlâ yerel.
Yani: Artık globalleştik, ıncık cıncık bölgesel meselelerle uğraşılmayacak, bütün insanlık, tek bir ülkede yaşıyormuş gibi, herkesi ilgilendiren genel sorunları çözmeye uğraşacak, sanmayın.

3. Kötü devletten daha kötü tek şey devletsizlik.
Diktatörleri, her tarafa istikrarsızlık saçan yönetimleri değiştirmeye kalkabilirsiniz, ama sonra ne olacağını öngörememişseniz, Libya gibi, Irak gibi korkunç vaziyetler yaratırsınız. Kanla devrilen, uzun sürmüş diktatörlük yönetimlerinden sonra hoşgörülü, demokratik bir toplum hayatı kurmak çok zormuş meğer.

4. "Ya sev ya terk et", kötü diplomasidir.
Rakibini, hasmını, bütün istediklerinden yoksun bırakmayı amaçlayan katı politikalar kalıcı sonuç getirmez. Varmayı umduğun yer her neresiyse, orada hasmını da memnun edecek birşeyler olmalı. Yoksa çözdüm sandığın mesele, hasmının bulacağı ilk fırsatta yeniden karşına dikilir.

5. Kibirden uzak dur!
Mitolojide özgüven patlaması yaşayan fânîlerin tanrılara kafa tutmasına yolaçan kibir duygusu, ego şişmesi, politikada insanı kesinlikle yanlışlara sürükler, tökezletir.

Prof. Walt, beşinci madde altına sıraladığı örneklere TC Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı da dahil etmiş. En azından, herhangi bir dış politika ilkesine dünyadan örnek aranırken TC cumhurbaşkanı akla getirildiği için, Türkiye'nin "bi noktaya" geldiğini düşünebiliriz. Örnek, hem komşularla sıfır sorun yaşayıp hem Ortadoğu düzeninin kilit ülkesi olmaya dair muazzam iddialar besleme nedeniyle seçilmiş. George W. Bush'un Irak politikasında da kibir vardı, diyor Walt, Obama'nın karmaşık bir sorunu çok iyi hazırlanmış bir konuşmayla halledebileceğini sanmasında da vardı.

Walt'un yazısının en hoş yanı, sonunu şöyle bitirmesi: "Benim ilk beş ders listem böyle. Sizinki nasıl?"

21 Kasım 2014 Cuma

Çevirmenler, kapatın gidin!

Şu aşağıdakiler, çok büyük bir bilgisayar ve donanım satıcısı firmanın sitesinden. Harici DVD yazıcı bakarken karşıma çıktılar. Dönüp dönüp yeniden okuyorum ve neredeyse kendimden geçiyorum. Paylaşayım istedim.
USB halindeyken yeteneği üzerinde güçlü için güçlendirilmiştir

Eğer bir uçak ya da bir parkta bankta oturan üzerine, bir kafede olun, uyumlu bir Samsung Notebook bağlayarak Samsung Slim Harici DVD Yazıcı kadar güç olabilir. Güç kabloları ve AC adaptörleri sizi özgür için tasarlanan, DVD'ler yazmak için ofisinizde olması gerekmez. Eğer görünürde hiçbir çıkış ile hızlı bir hızda yazabilir, USB BUS güç kaynağı sayesinde. Yani, yoğun program Bizim İnce Harici DVD Writer tutmak yardımcı olmak için inşa edilmiştir, aşağı yavaş izin vermeyin.

Gezi Yazarı İle Aydınlık Seyahat

Biz bugünün telaşlı mobil yaşam talep taşınabilirlik biliyorum çünkü biz sadece beklentilerini aşmak için Samsung Slim Harici DVD Yazıcı mühendisi yoktu, biz bu kompakt ve hafif yaptı. Seyahat ederken yanınızda taşıyabileceğiniz bir esinti, bu şık, sofistike DVD yazıcı on-the-go atamaları için her zaman hazırdır.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Amerika'ya damga vuran Müslümanlar meselesi

Müslümanların Amerika'yı keşfi ve Küba'da cami meselelerine takılmaması imkânsız olan arkadaşım gece vakti kışkırtmaya koyuldu ve kısa süre içerisinde kendimi Gülistan dergisinin sitesinde buldum. Karşıma çıkan yazının başlığı, "ABD tarihine damgasını vuran Müslümanlar"dı.

Yazının altındaki imza, İsmail Çolak, bir sürü kitap (Kıtalara Sığmayan Osmanlı, Destanlaşan Zaferler, Ölümsüz Şehit Mektupları, Mahşerin İrfan Ordusu...) yazmış bulunan, pek çok mevzunun (Osmanlı, Lale Devri, Abdülhamid, Millî Mücadele, Modern Zamanlar, Haçlı Zihniyeti...) uzmanı bir şahsa ait. Erdoğan'ın yarattığı tartışma üzerine kendisinin attığı tweet'i izleyerek ulaştığım Somuncubaba İlim Kültür ve Edebiyat Dergisi sitesinde de aynı yazıya rastlayınca, bunu en az cumhurbaşkanınınki kadar güvenilir kaynak saymam gerektiğine derhal ikna oldum.

Bu yazıda, Barry Fell adlı bir "ABD Bilim ve Sanat Akademisi üyesi"ne dayanılarak, Müslümanların daha Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerinde Amerika'ya ulaştıkları ileri sürülüyor. Fell'in eserinin adı "Saga Amerika (Efsane Amerika)" olmasa, kendi de konu olduğu "bu sahiden bilim insanı mı uyduruyor mu?" tartışmalarıyla tanınmasa şüphesiz daha iyi olacakmış. (Fell'in tartışmalı kimliği ve aslen deniz biyologu olan bu kimsenin arkeolojide uzman sayılamayacağına dair kısaca bilgi veren bir yazı için: "Pre-Columbian Old World inscriptions in the Americas?" Yazının yeraldığı sitenin adı: "Kötü Arkeoloji"!)

18 Kasım 2014 Salı

Al o "keşfi", turşusunu kur

Pınar (Öğünç) lafı ağzımdan aldı: "Sömürgeciye direnene değil, sömürgeciye talip".

Mevzu, "Amerika'yı biz daha önce keşfettik" iddiası. Tarihin gördüğü en büyük zulme sahne veya yatak olmuş bir süreç, "Amerika'nın keşfi". Daha doğrusu "fethi". Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı herhalde keşfe fetih de denebilmesi heveslendirmiştir.

Bu tartışmaya girmek gereksiz. Bir yere daha önce gitmek, orayı "keşfetmek" anlamına gelmez, bu bir. Amerika kıtasının neresine kimin kimden daha önce gittiği henüz herkes ve her durum için kesin söylenemez, bu iki. Küba'da tepede cami falan yok, üç.

Pınar "Amerika'yı önce keşfettik" iddiasının gerisinde yatan psikolojiyi ve "Küba'ya cami yakışır" densizliğinin boyutlarını güzelce anlatıyor; lütfen okuyun. Ancak, "Amerika'nın keşfi/fethi" denen hadiseye sahip çıkmanın boyutları ve manası iyice kavransın istediğimden birkaç şey ekleyeceğim. Hazır elimin altında varken (bu bilgileri 16 Ton filmi için derlemiştim).


"Kaşif"lerin, keşfettikleri topraklarda yaşayan insanların ne kadarını yok ettiği, ne kadarının -beraberlerinde getirdikleri mikroplar yüzünden- ölümüne yolaçtığı üzerinde bilim insanları kesin anlaşmaya varamıyor. 1500'lerin başında Meksika nüfusu 25 milyondu. 100 yıl sonra 1 (bir!) milyona inmişti, diyenler var. En temkinli tahminlere göre bile yok edilen/olan nüfusun oranı dörtte birden az değil.) Dünya nüfusu 400 milyon kadarken, "Keşifler Çağı"nda Avrupalıların Güney Amerika'da yolaçtığı telefata dair yapılan tahmin, 70 milyon insan!

12 Kasım 2014 Çarşamba

Biz de hiç unutmuyoruz, Ekrem Bey

Terbiyesizlik Türkiye'de her gün yeniden tarif edilir. Bu defa tarifi Zaman'ın Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı yapmış.

Dumanlı, Ahmet Hakan Coşkun'un sorularını cevaplamış. Bir aşamada söz, haliyle, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in alavera dalavera Ergenekoncu yapılmaya kalkışılmasına geliyor. Dumanlı şöyle diyor:
"O konuda Ahmet Şık’ın bizi tahrik eden bir sözü oldu. Dedi ki, 'Dokunan yanıyor'. Onun yaptığı da yanlıştı."
Ekrem Bey, Ahmet Şık'ın bu "yanlış"ını "unutmadıklarını" da belirtmiş.

Adamın ömründen bir yıl çaldınız! Hâlâ "O yanlışını da unutmadık!" diye ahkâm kesmek için insanın bünyesinde gerçekten vahim eksikler bulunması gerekir.

Gözümüzün içine baka baka, Ali Fuat Yılmazer'le, Zekeriya Öz'le hiçbir ilişkimiz yok, diyebilmeyi de sanırım aynı yoksunluk sağlıyor.

Çocuk değiliz ve böyle kandırılamıyoruz. Aksine, çok fena sinirleniyoruz. Anlamıyorlar mı, umurlarında mı değil?

Katar'la Türkiye pek uygun bir çift

Uluslararası Af Örgütü'nün göçmen ve mülteci haklarına bakan bölümünün şefi Şerif Elsayed-Ali, "Eğer acilen harekete geçilmezse," diyor, "angarya ve sömürü üstüne bina edilmiş bir Dünya Kupası izleyeceğiz." Mesele, Katar'ın, ülkesindeki binlerce göçmen işçiye ettiği eziyet.

Katar hükümeti, işçileri ezerek, öldürerek, stadları ve dünyanın gözünü boyayacak başka tesisleri güzel güzel inşa ediyordu ki, birileri durumu fark etti, yaygara çıkardı ve dünyanın en aşağılık çete örgütlenmelerinden biri olan FIFA dahi, zengin Körfez ülkesinin şımarık yöneticilerini tehdit etmek zorunda kaldı. Onca işe kalkışmışken Dünya Kupası'nı elinden kaçırma tehlikesiyle yüzyüze kalan Katar yönetimi, işçilerin durumunu düzeltecek acil tedbirler alacağına söz verdi, uluslararası hukuk firması DLA Piper'la anlaşıp rapor ve öneriler istedi. The Guardian'da Owen Gibson'un yazdığına göre, firma, altmış ayrı öneri getirdi. Ancak hâlâ ortada kayda değer bir gelişme yok. (Okuduğunuz yazıdaki veriler Guardian'daki haberden aktarılma.)

Fecaati kısa yoldan anlatmak gerekirse: 2012-2013'te Katar'da Dünya Kupası tesislerinin inşaatında çalışan Nepal, Hindistan ve Bangladeşli işçilerden 964'ü can verdi! Başlıca iki ölüm sebebi var. Birine çok şaşıracaksınız herhalde: iş kazaları = iş cinayetleri. Ötekiyse, anî kalp durması! Uluslararası Sendikalar Birliği, şu ana kadarki gidişat sürerse, 2022 Dünya Kupası'nın ilk başlama vuruşuna kadar dört bin kadar işçinin ölmesinin beklendiğini ileri sürüyor. Dünya Kupası maçlarının, sıcaklığın 50 dereceyi bulduğu yaz aylarında oynanmasını göze alarak turnuvayı Katar'a veren FIFA yöneticileri buna karşılık neler elde etti, bilinmiyor, ama Katar'ın sıcağı futbolculardan önce işçileri vuruyor, görüldüğü üzre.

Katar'da çalışan yabancı işçilerle bizim maden ve inşaat işçilerinin durumundaki tek benzerlik, her an iş cinayetleriyle karşı karşıya kalmaları değil. Bizim madenlerdeki dayıbaşı sistemine benzer bir el kol bağlama mekanizması orada da işliyor. İşçilere "iş bulan" dayıbaşları, onları Katar'a getiriyor, ücretlerinin önemli bölümünü cebe indiriyor, bazen hiç ödemiyor, işçileri bir şekilde borçlu duruma düşürüyor veya alacaklarını isterlerse pasaportlarına elkoyup ülkelerine dönmelerini imkânsızlaştırıyor... Katarlı yöneticiler, işi sağlama almak için bir de "çıkış vizesi" sistemi koymuşlar ki, canından bezen işçi en kötü ihtimalle alacağını malacağını bırakıp ülkesine kaçamasın.

5 Kasım 2014 Çarşamba

Michaela F., orta sınıfın huzurunu bozdu

Michaela F.'nin ev arkadaşı, kapının vurulduğundan emin olamadı. Facebook duvarını azıcık kaydırdı, tıkırtıyı yeniden duydu. Telefonunu bırakıp kalktı, daire kapısına usulca yaklaştı. Kulak kabarttı. Evet, kapının dışında biri vardı ve... işte, kapıya yeniden tık tık vurdu. Mecalsiz bir vuruştu bu. Michaela F.'nin ev arkadaşı telefonuna gelen mesajın sesini duydu. Mesaj bekliyordu. Gidip bakmak istedi. Gidemedi. Bu defa kapının dışından gelen ses daha büyük, daha sürekliydi. Bir gövde kapıya yaslanmıştı. Hışırtılar. Hışırtıların arasında belli belirsiz, adını mırıldanıyordu birisi. Michaela F.'nin ev arkadaşı ürktü. Kapıya iyice yaklaştı, kulağını dayadı. Adını tekrar mırıldandı... kapının dışındaki gövde... ya da ses... ikisi, kapının dışındaki tekinsiz evrende biraraya gelmemişti henüz. Ses... Michaela'ydı bu! Ev arkadaşı kapıyı açtı.

Kapıya yaslanmış Michaela F. az kaldı düşüyordu. Ev arkadaşı tuttu onu. Michaela F. döndü. Ev arkadaşı onun yüzünü gördü. Bakışlarını gördü. Michaela F. bir yere, belirli bir şeye bakıyordu ama neye? Ev arkadaşına bakmıyordu. Baktı. Ev arkadaşı bu bakışa bir an dayanabildi, “Ne oldu?” dedi, Michaela F.'yi içeri çekip kapıyı kapatırken. “Bana tecavüz etti,” dedi Michaela F.

3 Kasım 2014 Pazartesi

İsyanın saflığı temizliği

Burkina Faso'da halkın 27 yıllık diktatör Blaise Compaore'yi kovduğu isyana ait, hepimizin gördüğü belli başlı fotoğrafları çeken Joe Penney (Reuters), 30 Ekim gününü anlattı. Bütün günü isyancı kitlenin ön saflarındakilerle birlikte geçiren Penney, "Orada bulunmamdan ötürü olağanüstü memnunlardı ve gazetecilerin müthiş serbest çalışmasına izin verdiler," diyor.

Bir kitlesel hareketin haklılığını, meşruluğunu gösteren daha güçlü bir kanıt olamaz. (Polis-asker, objektifleri kapatmaya, kameraları kırmaya çalışır, çünkü herkesin görmemesi gereken işler yapacaktır.)

"Mesajlarının, görüntülerinin buradan bütün dünyaya yayılmasını istiyorlardı," diye anlatıyor Penney. Çünkü yanlış bir şey yapmıyorlardı, yapmayacaklardı; gizlenmesi gereken kirli işler çevirmeyeceklerdi.

Ermenek katliamının kısa hikâyesi

Ermenek Cumhuriyet Başsavcılığı'nın açıklaması, madende işçilerin alenen öldürüldüğünü ortaya koyuyor. Resmî ifadeler çoğu defa gerçeğin çıplaklığını örtmeye yaradığından, ufak bir tercüme işlemi gerekiyor.

Üç kişilik bilirkişi heyeti, kazanın meydana geldiği yere yaklaşabildiğince yaklaşmış ve şüpheye yer götürmez şekilde tesbit etmiş ki, kazaya yolaçan, eski imalat bölgesinde birikmiş sudur. (İşin uzmanları başından beri zaten, en güçlü ihtimaldir, diye bunu söylüyorlar.)

Açalım: Bir yerde maden çıkarılmış, bitmiş, orası terk edilmiş. Öbür tarafa dönülmüş, çalışmaya devam ediliyor. Bulunulan bölgede, yeraltı sularının maden işlerinde sorun çıkarabileceği biliniyor; bu yönde raporlar hazırlanmış. Bu bir. İki de şu: Terk edilen madende suların birikeceği de biliniyor. Nitekim birikiyor. Öbür tarafta maden çıkarılıyor. Çalışılıyor. İşçiler orada yaşıyor, çalışıyor, giriyor çıkıyor. İşçiler yemek yiyor, soluk alıyor, çalışıyor, öbür tarafta sular birikiyor...

2 Kasım 2014 Pazar

Ürünün neyse sen de osun

Önce Peşmergelerin yemek yedikleri yol kenarı tesisinde hesabı ödemeden gittiklerini yazdılar. Bunu Hürriyet başlattı. Hepsi üstüne atladılar. Sanki Peşmergeler geçtikleri yerlerde birilerini öldürmüş, evleri soymuş falan gibi oldu.

Ardından "dokuz Peşmerge kaçtı" yalanı geldi. Güya Kobani'ye geçmek için Suruç'ta beklerken bazı Peşmergeler korkup "hastayız" ayaklarına yatmışlar, dokuzu da kaçmıştı. Bunu haber diye yayan Yeni Şafak, yalan saklanamaz olunca, "detayları Yeni Şafak ortaya çıkardı" gibi akıl almaz bir riyakârlıkla pislettiklerini temizlemeye kalktı.

Türk basını iliklerine işlemiş ırkçılığını ve cibiliyetsizliğini bu şekilde ortaya dökerken, meğer iktidar partisinin ırkçıları çenelerini zor tutuyorlarmış. AKP İstanbul milletvekili Gülseren Topuz 1 Kasım günü akşamüstü beş buçukta şöyle bir tweet attı: "Zamanlama manidar! 9 Peşmerge Kobani yolunda firara kalkıştı! Fistanlı mı, Fistansız mı?!" (yazımı düzelttim).

31 Ekim 2014 Cuma

Sabahın ilk saatleri...

Âdet haline getirmemeye kararlıyım, arada sırada bir "günlük" uygulaması yapacağım. Bugün günlerden 31 Ekim Cuma; Riya Tabirleri hayırlı işler diler.

• Mevsimlik işçileri taşıyan midibüs şarampole yuvarlandı, 15 kadın işçi can verdi. Galiba tıka basa doldurmuşlar garibanları o araca. Ağır yaralılar da var, kurban sayısı artabilir. İş cinayetleri konusunda önleyici tedbir herhalde: işe gitmeden öldürmek.

• Antalya'da bir kısım veli, çocuklarının engelli bir arkadaşlarıyla birlikte okumasını istemedikleri için minikleri okula yollamayarak boykot yapıyor. Okul yöneticileri sahip çıkmış ama faydasız. Engelli çocukcağızın sınıfta tek başına fotoğrafı var. Bu yüksek ahlâk-vicdan sahibi veliler engelli çocuğu sınıftan attırmaya çalışıyor. İçimden ettiğim bedduaları buraya yazmıyorum; siz de içinizden geçenlerle eşlik ediverin. Çocuğum olsaydı, bu anababaların çocuklarıyla aynı mekânda bulunmasını istemezdim, öyle diyeyim.

30 Ekim 2014 Perşembe

İtibar mitibar problemleri

Bilmiyordum, üstünden zaman geçtikten sonra öğrendim. Türkiye'nin kaybettiği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyelik seçiminden önceki akşam, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, bütün ülkelerin BM büyükelçilerine bir parti vermiş. Bu gösterişli parti, New York'un dünyaca meşhur Waldorf Astoria Oteli'nde düzenlenmiş. Çavuşoğlu burada davetlilerine, "Allah'ın izniyle, çabalarımızın sonucunu alacağız," demiş. Bu parti herhalde "son gece yedirip içirelim de bize oy versinler" düşüncesiyle değil, bir tür erken kutlama, kazanacağına dair kendinden emin olmanın göstergesi filan olsun diye tasarlanmıştır. Kazanmaktan bu kadar uzak olunduğunu bilmeme anlamına gelir. Burnu büyüklükten mi? Kimbilir...

28 Ekim 2014 Salı

Belki de sahiden kader bağları..?

29 Ekim herhalde bundan böyle Kürtler için de çok önemli bir tarih olacak.

Gerçi Kobani'deki direniş kuvvetlerinin komutanı Meysa Abdo'nun (savaşçı adıyla Narin Afrin) New York Times'taki "dünyaya çağrı" yazısı ayın 28'inde (bugün) yayımlandı. Ama üstünden azıcık zaman geçtikten sonra dönüp bakacak olanlar, bu yazıyla Kürdistan Bölgesel Yönetimi Peşmergelerinin Kobani savaşında boy gösterecekleri ilk dakikaları -muhtemelen yarın, 29 Ekim'de- mutlaka birarada düşüneceklerdir.

Abdo'nun yazısı, "Bir şehir İslâm Devleti'ne karşı tek başına savaşmamalı" başlığını taşıyor. (Yazının Türkçesi de burada.)

Kadın komutanın, İD'e karşı ABD önderliğinde kurulan koalisyon başta olmak üzere "dünyaya" seslendiği -ve New York Times'ın bu seslenişe aracılık ettiği- bir yazı için çok uygun başlık. Yalnız altında bir altbaşlık var: "Kobani'nin IŞİD'e karşı savaşına Türkiye'nin koyduğu engel"! İşte bu, NYT aracılığıyla dünyaya seslenebilen Kürt gerillaları görüntüsünü hayli ilginç bir dekor önüne yerleştiriyor.


Ermenek kazası - Bilebildiklerimiz

Katliam sektörü yeni kurban peşinde. Karaman/Ermenek'te madeni bu defa su bastı, ben bunları yazarken 18 işçi içeride kalmıştı, akıbetleri bilinmiyordu.

Maden firmasının işçilerini pek seven, pek hassas patron ve yöneticileri olduğu anlaşılıyor. 301 kurbanlı Soma kazasından sonra yapılan yasal değişiklikleri bir şekilde bahane edip, işçilerin yemeğini ve servislerini kesmişler. Maden, zaten, bir ara denetlenmiş, kapatılmış, ceza kesilmiş, yeniden açılmış; Türk-işi bir durum var yani.

Bu yüzden içeride yemek yiyen işçilerin su baskınına yakalandığı söyleniyor. Öyle ama "işçiler bu yüzden öldü" diye teoriler kurmak saçma. Su baskınının ille yemek saatinde olması gerekmiyordu haliyle.

Ama oldu. Daha önce de olmuş. İşçiler, bunun üçüncü su baskını olduğunu söylüyorlar. TEMA Vakfı'nın, bu yöredeki maden işleri hakkında daha önce hazırladığı bir rapor, nitekim, yeraltı sularının sorun olacağı öngörüsünü içeriyor. Yani bölgede yapılacak madencilik için, yeraltı suları diye bir mesele var; öncelikle gözetilmesi gereken. (Raporun PDF'si burada.)

[ EK - "Kaza geliyorum demiş" klasiğine yeni besin kaynakları. Çağdaş Ses'ten Ece Sevim Öztürk'ün haberine göre, kazanın meydana geldiği maden ocağında "su sızması" olduğu için, firma sahibi Saffet Uyar, Soma'da aynı işi yapan, Uyar Madencilik'in sahibi Azmi Uyar'dan yardım istemiş! İki yıl önce, 2012'de. ]

[ EK - Bölgedeki yeraltı sularının muhtemel bir kazayı hazırladığına dair bir başka görüşe göre, madenin beş kilometre ötesine yapılan Ermenek Barajı ve HES'in felakete özel katkısı var: "Ermenek HES'i Madenlerdeki Su Riskini İki Katına Çıkardı". ]

Buna karşılık, beyaz gömlekli Enerji Bakanı Taner Yıldız, Ermenek kazasından sonra mâlûm resmî açıklamalarından birini yaparken, "Sıradışı bir hadise olduğu için normal işletme gücünün üzerinde bir güç lazım," dedi. Bunun sıradan insan diline tercümesi şudur: Bu işletmede böyle bir kazaya karşı gereken tedbir, donanım vs. yoktu.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Bu Almanya bitmiş - öğrenciler bencil olmuş!..

Şimdiye kadar ağırlıkla, yabancılara ve farklılıklara karşı hoşgörülü, sola yatkın bir toplumsal grup oluşturduğu varsayılan Alman üniversite öğrencileri kitlesi bu karakterini kaybediyor, söylendiğine göre. Öğrencilerin en çok önem verdiği alanlar, kariyer ve para pul işleriymiş. Siyasî katılımdansa parasal güvenceyi tercih ettikleri için genel olarak "tutucu" diye nitelenebilecek bir kitle oluşturdukları sonucuna varılıyor.

Bu sonucu ortaya çıkaran, Almanların Basın-Yayın Genel Müdürlüğü diyebileceğimiz fedeal kurumun yaptırdığı bir araştırma. Buna göre, Alman öğrencilerin yüzde 73'ü, hayatta en çok önem verdikleri şeyi "güzel şeylere sahip olabilme" olarak tanımlamış. Yaklaşık yirmi yıl önce bunu önem listesinin başına koyanların oranı aşağı yukarı bunun yarısı kadarmış: yüzde 35.

Şu anda siyasetle "epeyce" veya "çok" ilgilenenlerin oranı yüzde 45'e gerilemiş. Bununla paralel şekilde, parti olarak Yeşiller'i tercih edenlerin oranı da azalmış, Sosyal Demokratları, Hıristiyan Demokratları destekleyenlerinkilerle neredeyse aynı düzeye inmiş. Sebep, Yeşiller'in radikalliği törpülendiği için gençlerin bu partiyi beğenmemesi değil, tam tersi; politikaya ilgi kaybı. Araştırmacılar bu yüzden, öğrencilerin artık "genel olarak solda" sayılamayacağını söylüyorlar.

Esas fenası, gençlerin Avrupa'ya gelen/gelecek göçmenler sorununa yaklaşımları da anababalarınınkine yaklaşmış. Öğrencilerin yarıya yakını, gelen göçmen sayısını aşırı yüksek buluyor, toplumun bu kadarını entegre edemeyeceğini ileri sürüyorlar. Almanya'nın gelecekte yurtdışından getirilecek uzmanlara ihtiyaç duymayacağını söylemeleri de muhtemelen göçmenler konusundaki olumsuz duygularıyla ilişkili.

Der Spiegel'in görüştüğü bir profesör, bencil ve apolitik gençler yetiştirilmesinden yöneticileri sorumlu tutuyor. "Gayri siyasî, anti-entelektüel bir kuşak yetiştiriyoruz," diyor. Dergi, öğrencilere ilişkin araştırmayı aktardığı yazısına, "Yeni öğrenci kuşağı: Temel ders bencillik" başlığını atmış.

Bitmiş kardeşim bu Almanya!..

24 Ekim 2014 Cuma

Kobanê'ye ilişkin yeni kirli planlar


[ İZAHAT - Bu yazıyı 24 Ekim gecesi saat 03:00 civarında yayımladım, akşamüstü geçici olarak kaldırdım. Şimdi gerekli notlar ve düzeltmelerle tekrar koyuyorum. Bu operasyona sebep, Twitter'da gazeteci Fehim Taştekin'in mesajlarını görmem oldu. Bölgede olup biteni iyi bilen ve izleyen Taştekin'in verdiği kısacık bilgiler ve gün içerisinde duyduğumuz çeşitli açıklamalar ışığında yaptığım değişiklik ve düzeltmeleri metnin arasına yerleştirdim. Bu değişiklikleri iyi ki yapmışım, çünkü birbiri ardına eklenen haber ve ayrıntılar olayı pek bir acayipleştirdi. ]

23 Ekim Perşembe günü, Özgür Suriye Ordusu'nun Kobanê'ye 1300 kişilik bir kuvvet göndereceği haberleri duyuldu. Bir süre, YPG veya PYD'nin bu konuda tavır belirtip belirtmeyeceği beklendi. Resmî açıklama yapılmadı. Gün içinde, Kobanê'deki YPG komutanlarından Meryem Kobanê ile Meysa Ebdo'nun gayriresmî beyanlarını öğrendik.

ANF muhabiri Sedat Sur'un (Twitter FF> @SedatSur3) aktardığına göre, Meryem Kobanê, "ÖSO bize yardım edecekse Til Ebyad'da İD ile savaşsın," demişti. Ebdo da, ÖSO'nun kuvvet gönderme kararını "kendilerine danışmadan" aldığına dikkat çekmiş, ÖSO'nun "Kobanê dışındaki İD mevzilerini vurmasını" önermişti. Ebdo, ÖSO ile ancak Kobanê için kurulmuş bulunan Burkan El Fırat ittifakına katılırlarsa işbirliği yapacaklarını söylemiş, "Ama aksi olmaz," demişti.

[ EK - ÖSO konusunda hepimizin kafası karışık. Bu karışıklığa yolaçan, "Özgür Suriye Ordusu"nun, ordu kavramının çağrıştırdığı merkezî yapı ve komutadan yoksun, bileşimi sürekli değişen, kesin tanımlanamayan bir yapı oluşu. ÖSO bünyesindeki birçok grup şu anda İD'e katılmış durumda. Başka bazı gruplar, Fırat Volkanı grubu bünyesinde YPG ile birlikte İD'e karşı savaşıyor. ÖSO'nun bazı unsurlarının İD veya El Nusra Cephesi'nden ne farkı var, anlamak kolay değil. ]

22 Ekim 2014 Çarşamba

Roman Kahramanları'na teşekkürler

Roman Kahramanları dergisi, Ekim-Aralık 2014 sayısında, yazar olduğumu en başta bana hatırlatmak için sanırım, kitaplarımla ilgili bir dosya yaptı. Olga Robenson'un Erkek Hikâyeleri, Nazê Nejla Yerlikaya'nın Aşkım Bana Resimaltı, Şehmus Ay'ın Siyah Makamı, Behçet Çelik'in Yalnız Olmuyor üzerine yazıları ve Uygur Orhan'ın Gaib Romans'tan hareketle oluşturduğu "destan"ın yeraldığı dosyanın editörü Ömer Asan. Hepsine çok teşekkür ederim. Kitaplarıma vakitlerini ayırmış, okuyup düşünmüş yazmışlar, dergi de benim hikâyelerim, romanlarım üstüne yazılanlara sayfalarını ayırmış.

Gaib Romans'ın eğlenceli ve ironik bir başka ürüne kaynaklık etmiş olmasından ötürü çok memnun oldum. Bu kitap benim gözümde, hayatta yaptığım en mühim işlerden biridir. Uygur Orhan, "Bu nasıl bir romandır?"ı pek güzel tarif etmiş doğrusu: "Bitmedi bununla acayiplik... Bitmedi!"

Yalnız Olmuyor üzerine Behçet Çelik'in yazdıklarını azıcık ayrı tutarsam, umarım öteki yazarlar bana gücenmez. Çelik'in, her şeyden önce, müstakbel okurun merakını öldürmeden, bir övme-kötüleme tahtırevallisinin yakınına bile yaklaşmadan bir romanın nasıl kurcalanabileceğini çok güzel örneklediğini düşünüyorum. Esas olarak, bu kitaptan bahsedecek herkesin kaçınılmaz olarak soracağı -benim bu romanımın kahramanlarınınsa içine düşüp debelendiği- soruyu ve cevabını "yirmi yıl sonra" gündeme getirdiği için, Çelik'in yazısının, kitabımdan bağımsız olarak da önem taşıdığını düşünüyorum.

O soru ne midir? Şu: "Mesele yalnız edebiyat değil, sen anlamadın mı?"

20 Ekim 2014 Pazartesi

Günlük durum tesbiti - 20 Ekim 2014

Ad koymayalım, yargıya varmayalım, hele hele "bak nasıl rezil oluyorlar!" yapmayalım, olan biteni sıralayalım; belki sonunda, "bu muydu yapabileceğiniz?" diye sorarız yalnız:

• Ülkenin en büyük azınlığının yanıbaşındaki akrabaları katledilirken seyirci kalan bir devlet (+toplum) olarak görül.
• "Birşeyler yap!" diye sokaklara dökülenlere karşı linççi kalabalıklar örgütleyip sokağa dök, bin türlü provokasyon yap, 40 küsur insan ölsün.
• Demokrasinin aslî ölçütlerinden birini, gösteri hakkını bütünüyle ortadan kaldıracak yasal düzenlemeye giriş; polisin öldürme yetkisini genişlet.
• Henüz yedi-sekiz yıl önce dünyadaki prestiji epeyce artmış bir devletken, şimdi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oylamasında tokat ye.
• "İslâm Devleti" katillerini destekleyen devlet olarak damgalan. İD'e verilen desteklerden ötürü uluslararası düzeyde yargılanacak konuma sürüklen.
• "Yapmayız, etmeyiz, olmaz!" babalanmalarından sonra ABD'nin Kobanê'ye C130'larla (koskocaman askerî nakliye uçaklarıyla) silah-mühimmat-tıbbî malzeme indirmesini seyret.
• "Olmaz, etmez, geçirmeyiz!"lerden sonra, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne Kobanê'ye Peşmergeleri geçirmesi için izin ver.

---   EK / 16:05   ---

• Ve en komik "kuyruğu dik tutma" gayreti: Dışişleri'nden birileri Hürriyet'e Kobanê'ye silah ve yardım malzemesi atan Amerikan uçaklarının "Türk hava sahasını kullanmadığını" söylesin!

---   EK / 21 EKİM / 02:05   ---

• ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf, iskambil kağıdından inşa ettiğin binaları tek üfleyişte yıksın: Amerikan yasalarına göre PKK ile PYD "ayrı örgütler"!
• Dünya, Kobanê'ye havadan yardım konusunda Türkiye'nin onayının alınmadığını, Ankara'ya sadece "haber verildiğini" resmî sözcüler ve bizzat Dışişleri Bakın John Kerry'nin ağzından öğrensin.

Şüpheli kaza, kaçırma girişimi, suikast

19 Ekim Pazar günü, akıllar yine Kobanê'deyken, Urfa ve Suruç'tan karanlık birtakım haberler geldi: Bir yabancı muhabirin ölümüne yolaçan şüpheli bir trafik kazası, Suriyeli muhalif örgütlerden birinin Urfa'daki komutanının kaçırılmaya kalkışılması ve Suruç'un eski belediye başkanının oğluyla birlikte suikaste kurban gitmesi. Geceyarısına kadar, bu olaylarla ilgili olarak, burada size aktaracaklarım dışında kayda değer bir aydınlatıcı bilgi alınamadı. Birarada kayda geçsinler diye bildiklerimizi aktarıyorum.

Muhabirin şüpheli ölümü

Press TV muhabiri Serena Shim, MİT tarafından casuslukla suçlandığını söyledikten bir gün sonra Suruç'ta trafik kazası geçirdi, öldü. Shim, Lübnanlı bir ABD vatandaşı. Uluslararası yayın yapan İran televizyonu Press TV için Lübnan, Irak ve Ukrayna'da çalışmıştı.

Serena Shim dışarıda çalışmış, oteline dönüyordu ki, bir beton mikseri arabasına çarptı. Beton mikserinin şöförünün gözaltına olduğu söyleniyor. Press TV, haberi "şüpheli kaza" diye verdi.

19 Ekim 2014 Pazar

Suriye Kürtleri, ABD, Türkiye - yeni aşama

Suriye'ye ilişkin ABD politikasında birşeylerin değişmekte olduğu anlaşılıyor. Huffington Post'taki bir haberde, eski dışişleri bakanlığı mensubu, Türkiye ve Ortadoğu uzmanı bir öğretim üyesinin (Henry J. Barkey) şu sözleri yeralıyordu: "PKK konusunda kraldan fazla kralcıyız; çünkü Türkiye bizzat PKK ile görüşürken biz görüşmüyoruz."

Gelişmeler ve dile getirenin kimliği, bunu tek bir kişinin görüşü sayıp kenara itemeyeceğimizi gösteriyor. (Barkey'nin The American Interest'te yayımlanan bir yazısı, tam da Kobanê direnişinin ABD politikasında yarattığı değişimi konu ediniyor.) Yani kısa süre sonra ABD, "bölgedeki NATO üyesi tek müttefiki" Türkiye'yle açıkça papaz olmamanın yolunu bulup PKK ile temas kurarsa bu sürpriz olmayacak. Hattâ bu temas şu anda varsa da sürpriz sayılmaz.

Nitekim ABD, -Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın dün ve bugün iki defa yinelediği üzre, Ankara'nın "PKK'den farksız" gördüğü- PYD ile doğrudan temas kurmuş bulunuyor. Dışişleri Sözcüsü Jen Psaki, PYD ile kurdukları temasın sistemli olmadığını ama süreceğini açıkladı. Burada can alıcı olan, bu temas önceden de dolaylı olarak kuruluyor, Ankara bu konuda bilgilendiriliyorken, Washington'un ilişkiyi doğrudan temasa yükseltmesi; buna gerek görmesi. Herhalde en önemli sebep, Türkiye'nin bu konuda tavrını asla yumuşatmayışı, PYD'nin muhatap alınmasını kabul etmeyişidir. Türkiye Kürtlere düşmanlığı âdetâ varlık sebebi gibi görüyor olmasa, bu ilişkiler elbette Ankara üzerinden kurulacaktı.

Savaş izlemek - Kaş yapayım derken göz çıkarmak

Kobanê kuşatmasının başlangıcından bu yana, hem orada olan biteni doğru anlamak, doğru anlatmak hem de direnişe destek olmak isteyen gazeteci-blogçu tayfası olarak muazzam zorluk yaşıyoruz. Bunun başlıca sebebi, Kobanê'nin "İslâm Devleti"nin eline düşmesini isteyenlerin çakallıkları değil. Aksine, Kobanê'deki direnişe duyarlı olan, direnişin başarısını isteyen, ama çocuk kandırma usulleriyle propaganda yapılabileceğini ve bunun da sonuçta işe yarayacağını sananların kaş yapayım derken göz çıkarma faaliyetleri.

Şehri kuşatan İD, şehri savunan YPG savaşçılarının ve orada yaşamaya veya cephe gerisi hizmetleri yapmaya çalışan sivillerin kararlılığını azaltmak, moral bozmak, direnişi kırmak için uydurma haberler yayabilir. Nitekim yayıyorlar. Olan biteni o tarafından değil bu tarafından sunabilir ki, gerçeğin anlaşılmasını önlesin. Nitekim bunu da bol bol yapıyorlar. En sevdikleri uyduruk türü, özel amaçlı, "YPG karargâhını havaya uçurduk" yollu şeyler, genel amaçlı olanı da "PKK Kandil'i terk edip Esad'a katıldı" başlıklı "haber".

17 Ekim 2014 Cuma

Global havuz medyası lazım

Yeni Türkiye uluslararası ilişkiler alanında pek umut verici bir açılış yapamadı. 16 Ekim gecesinin iki önemli haberi, bundan sonrasına da ışık tutuyor sanki. Birinci olayımız, Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilemeyişi; ikincisi ABD'nin PYD ile doğrudan görüştüğünü ilk defa resmen açıklaması.

Güvenlik Konseyi oylaması gerçekten, Türkiye Dışişleri'ni alarma geçirmesi gereken bir seyir izledi. Görünen, birkaç yıl öncesine göre Türkiye'nin uluslararası prestijinin düştüğü, güvenilirliğinin azaldığı, Türkiye'ye verilecek konumların uluslararası meselelerdeki işe yararlığına dair beklenti ve tahminlerin kötümserleştiği. Sanırım pek çok yorumcu, buna Gezi sürecinden başlayan açıklamalar getireceklerdir. Şahsen, genel olarak Suriye meselesindeki gözükara politikanın, İD'e karşı TC yönetimine yakın çevreler ve hükümetin seçmenleri arasında varolduğu gözlenen bariz sempatinin, nihayet, Şengal ve Rojava'dan göçler karşısında takınılan tutumun bu prestij kaybında fazlasıyla etkili olduğunu düşünüyorum. 7-8 Ekim kalkışmalarında üç gün içinde 40'a yakın insanın hayatını kaybetmesi de sanırım, Türkiye hakkında oluşan olumsuz izlenimi pekiştirmiştir. 17 Ekim gecesi itibarıyla, bunlara, lider ve çevresini yolsuzluk soruşturmasından kurtarmak için girişilen utanç verici takipsizlik operasyonu da eklenmiş olmalı.

Akıllı ve dikkatli bir hükümet propagandacısı, Batı gazetelerinin BM Güvenlik Konseyi seçim sonucunu "İspanya kazandı" diye değil de "Türkiye kaybetti" diye haberleştirmesine işaret etti. Herhalde bunu AKP hükümetine karşı yürütülen itibarsızlaştırma faaliyetine kanıt göstermek istedi. Hepimiz biliyoruz ki, böyle bir durumda böyle bir başlık kolay kolay atılmaz. Atılıyorsa, bunun sağlam dayanakları vardır, belki bundan da önemlisi, bundan sonra size nasıl davranılacağını gösterir.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Veli Paşa göreve - yüzde elli seninle!

Tayyip Erdoğan'ın, Gezi isyanı sırasında, henüz başbakanken söylediği, "Yüzde elliyi evlerinde zor tutuyoruz" sözü, şeklen de olsa mevcut parlamenter-demokratik rejimden ayrılış yönünde ilk büyük adımdı. Bunu, kuvvetler ayrılığını yok etmek üzere girişilen tahribat faaliyeti izledi.

Devletin şiddet tekeli dahil bütün otoriteyi tek elde toplamak ve bunu, gereğinde basbayağı sokak gücü olarak harekete geçirilebilecek bir oy çoğunluğuna dayandırmak, şu anda AKP'nin başlıca operasyonel amaçları.

Türk toplum çoğunluğunun elbette AKP öncesinden, çook eskilerden gelen toplumsal hegemonya "kültürü", fırsatını bulduğu anda farklı olanı yaşatmama, alacağını zorla alma, hasmından daha kalabalık, daha güçlü olduğunda saldırarak, linç yoluyla "sonuç" elde etme ekseninde şekilleniyor. "Yüzde elliyi zor tutuyoruz", bu yüzden hem sahici bir tehdit hem de AKP liderinin meşruiyet anlayışını ortaya seren ipucuydu.

Bu, Türkiye gibi bir ülkede söylenebilecek en tehlikeli, en korkunç sözdü; o toz duman arasında -ağırlığına oranla- ihmal edildi sayılır. Bu kadar kolay hazmedilmesinde başlıca kolaylaştırıcı, alışılmış "normal" diyebileceğimiz bir "millî değer"imizdi. Bu "normal" aslında o kadar acayiptir ki, bu normal'e normal denen yer hakkında da fikir verir. Böyle bir yerde, bir haber ajansı (Cihan HA), haberini şöyle bir tweet'le duyurabilir:
"PKK yandaşlarına tepki gösteren vatandaşlar silah ve kılıçla sokağa indi."
Çünkü bu yerde "vatandaşlar"ın evlerinde normal olarak silah ve kılıç bulunur. Bunda anormallik yoktur. Sokağa inmeleri, haber olmuştur.

9 Ekim 2014 Perşembe

Misafirler ve delikanlılar

Çoğunluğun, hepimizin doğup büyüdüğü, yaşadığı, bazılarımızın birşeyler de kattığı toprakları, oluşmuş hayatı, buraların tarihini sırf kendinin sanması, ilk bakışta bir dereceye kadar normal karşılanması gereken bir ideolojik çarpıklık gibi görünebilir. Değil. Musibetin tâ kendisi.

Bu alandaki münasebetsizliklere, Müslüman olmayan azınlıklara gösterilen tavırlardan alışığız. İstanbul'da doğup büyümüş Rum'a "yabancı" diyebilen, bin yıllık toprağında kılıç artığı kalmış Ermeni'ye "emanet" sıfatını layık görebilen millet–i hakime küstahlığı, toplumumuzda neredeyse bir ortak payda. Türk Millî Eğitimi de bunu besledi, güya devletten uzak duran dindar gelenek-görenek de.

7-8 Ekim olayları dolayısıyla, bu küstahlığın boyutlarını Kürtler üzerinden bir defa daha ölçmek durumunda kaldık. Bir arkadaşım, girdiği Facebook tartışmasında muhatabının, "Misafirlik de bir yere kadar," dediğini aktardı. Ben de Twitter'da, Kürtlerin "yediği kaba pislediğini" iddia edenlere rastladım. Siz kimsiniz ulan? Kim misafir? Kimin kabı o? Neyse...

9 Ekim gecesi, Gaziantep. Bu güruh bir şekilde örgütlendi, polis karakolunun önünden sloganlar atarak, silahlarını sergileyerek, yer yer ateş ederek geçti, Kürt mahallesine gitti, 15-16 yaşlarında iki çocuğu ve bir başka genç insanı öldürdü. (Şu ana kadar -23:45- edinilen bilgi bu. Belki başkalarını da öldürdü.)
__________________

7 Ekim 2014 Salı

Biden meselesi bundan ibaret işte

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın, lafa "Suriye'deki esas derdimiz müttefiklerimiz" diye girip, "İslâm Devleti" örgütünü besleyip büyütenler arasında Türkiye'yi de saydığı meşhur Harvard konuşması ve ardından hem Türkiye'yi hem Birleşik Arap Emirlikleri'ni arayıp özür dilemesi üzerine daha önce yazmıştım: "Biden özür diledi - yani?" AKP hükümetinin propaganda aygıtı, bu özrü elbette ABD yönetiminin muazzam dünya gücü Türkiye ve onun gerçekte bir dünya lideri olan cumhurbaşkanını gücendirme korkusuna bağladı. Gerçi aynı özrün Birleşik Arap Emirlikleri Silahlı Kuvvetler Başkomutan Yardımcısı Veliaht Prens Şeyh Muhammed bin Zayed El Nahyan'dan da dilenmiş oluşu işin zevkini kaçırmıştı; ama AKP medyası Türkiye'de insanların ne olup bittiğine dair sahici bir fikir edinmesini yine de önleyebildi.

Bu yüzden, ABD yönetiminin işleri konusunda tartışmasız otorite sayılabilecek bir yayın organında, Foreign Policy'de (Dış Politika) 6 Ekim günü yayımlanan bir yazıya çabucak başvursak pek hayırlı olacak. Gopal Ratnam'ın "Joe Biden Is the Only Honest Man in Washington" = "Joe Biden Washington'daki Tek Dürüst Adam" başlıklı yazısının spotu şöyle:
Başkan yardımcısının Türkiye ve BAE'den özürler dilemesi, kazara hakikati söylemenin tehlikelerini ortaya koyuyor.
Retnam yazısının ilk cümlesinde, Biden'ın, "ABD'nin İslâm Devleti'ne karşı mücadelesinde kilit önemdeki iki müttefikinden" özür dilemek zorunda kaldığını hatırlattıktan sonra şöyle diyor:
Onlara gerçek dışı suçlamalar yaptığı için değil. Kazara rahatsız edici birtakım gerçekleri dile getirdiği için.
Önce TV'lerimizden söyleyip sonra gazetelerimize yazıp peşinden tarih kitaplarımıza da geçirince bütün yalanlarımızın başkalarınca da gerçek kabul edildiğine inanıyoruz ya; ı-ıh! öyle değil. Toz duman dağıldığında, bizim yalanımız değil herkesin bildiği gerçekler kalacak ortada. Bu kısa yazı da burada tarihe düşülmüş ikinci bir not olarak kalsın.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Mecbur değilse niye savaşsın ölsün bu kadın?

Arîn Mîrkan niye öldü? Niye attı kendini bir tankın ya da doçkanın üzerine? Savaşıyordu, diye cevap vermeyin. Bu kadın niye savaşıyordu? Toprağını koruyordu, demeyin. Niye korumak zorunda kalmıştı? Bu sorular gider gider, insan olanın yüzünü yerden kaldıramayacağı yere varır. Arîn Mîrkan niye ölüme koştu? Patlattı, parça parça etti kendini; niye? Ne arıyordu o katiller Arîn'in vatanında? Gitti kendini uçurdu. Şunun gülüşüne bakın. Niye savaşsın bu kadın eğer mecbur değilse? Niye havaya uçursun kendini? Kafa kesen tecavüzcü sapıklarla savaşıyordu. Herhangi birimiz, kafa kesen tecavüzcü sapıklarla savaşıyor muyuz? Şu yaşında, böyle gülebiliyorken tutup kendini havaya uçurur mu insan başka çare görse? Kaç tank eder bu kadının gülüşü, kaç kilometrekare toprak eder, ceketli kravatlı kaç kalpsiz adam? Arîn'le gözgöze gelmiş, donmuş kalmışken, bir haber ilişti gözüme: 40 yıl kör yaşadıktan sonra gözleri ameliyatla açılan adam, "İnsanları ve dünyayı daha güzel bekliyordum," demiş. "Sevmedim dünyayı." Öyle demiş: Sevmedim. Ki düşünün, bu fotoğrafı görmedi, öyküsünü bilmiyor henüz.

5 Ekim 2014 Pazar

Biden özür diledi - yani?

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın Harvard Üniversitesi'ndeki konuşmasında Türkiye-Suriye meselesine dair söyledikleri, uluslararası ilişkiler âleminde asla kabul edilemeyecek çapta, devâsâ bir gaftı. Öyle ortalık yerde kalabilecek bir çöp birikintisi değildi, derhal temizlenmesi, hiç varolmamış gibi yapılması gerekirdi. Nitekim öyle oldu. Biden telefon edip "özür diledi".

Dün gece, Yeni Türkiye'varî rekorlardan birine şahit oldum. "Son dakika - Biden özür diledi" bantları, birçok kanalda birden, öyle bir-iki dakika da değil, ben sıkılıp kapatana kadar, aralıksız geçti. Yanıp sönenini mi ararsınız, aynı lafın ardarda dizildiği, hızla geçenini mi...

Yaratılan izlenim şu: Bir Amerikalı politikacı durup dururken, sonradan utanıp özür dileyeceği tuhaf laflar etti, bilahare tükürdüğünü yaladı. Tapınma kültürümüz, hükümeti seven, destekleyen hiç kimsenin şu soruyu sormamasını sağlayacaktır, eminim, ama yine de ben buraya yazayım, tarihe belge kalsın: Niye? Niye oldu bütün bunlar? Yani Biden, saçmaladıysa niye saçmaladı, sonra niye özür diledi?

3 Ekim 2014 Cuma

Bêrivan ölmedi, Kobanê'de
bile değildi, ama ne çare...

Gazeteciliğimizin geldiği aşama: Twitter takip et, oradan ilgi çekici bir şey bulunca al haber yap. Kaynak maynak sorma, doğru mu değil mi bakma. Halen süren son skandal, "YPG gerillası Batmanlı Ceylan Özalp IŞİD'in eline düşmemek için son kurşunu kendine sıktı" haberi. "Basında Güven" abidesi gazetemiz Milliyet'e göre olayımız Kobanê'de geçiyor.

Bahsedilen kadın, 19 yaşında bir YPJ gerillası. Anadilindeki adı Bêrivan. Gabriel Gatehouse'un BBC için yazdığı bir haber-röportajla ("The Kurdish female fighters bringing the fight to IS") kendisini tanıdık (burada adı "Diren" olarak geçiyor, güvenlik nedeniyle). Gatehouse'un çektiği, BBC'nin de kullandığı fotoğrafta görüldüğü üzre, Bêrivan'ın yüzü çok güzel. (Bêrivan'ın, uyduruk haberlere eşlik eden ikinci bir fotoğrafı daha var; o da yine Gatehouse'un video röportajından alınma bir kare.) Zaten önce Milliyet'in, sonra Radikal'in bu Kürt gerillayla bu kadar ilgilenmelerinin ilk sebebi elbette bu; yani Bêrivan, güncel gelişmelerden de uzak kalmaksızın "kadın unsuru" kontenjanını doldurmak ve sayfaları şenlendirmek amacıyla kullanılıyor. Ben bunları yazdığım sırada T24 bile konvoya katılmış, hikâyeye gösterilen ilginin ikinci sebebini, Ceylan'ın acıklı ve kahramanca sonunu dünyaya duyurmakla meşgûldü (sonradan kaldırdılar).


Asgarî gazetecilik reflekslerinden yoksun koca bir güruhun üzerine atladığı bu haber, -muhtemelen BBC sitesindeki fotoğrafı pek beğenen birileri tarafından- uydurulup Twitter aracılığıyla yayılmaya kalkışıldığında, başka birileri YPG'lilerle görüşmüş, onlar da böyle bir olayın geçmediğini, Bêrivan'ın yaşadığını söylemişlerdi. (Ben Twitter'da buna şahit oldum.)

Fakat belki bu yalanlamaya bile gerek yoktu. Çünkü Bêrivan'ın Kobanê'de bulunması ihtimali çok zayıftı. BBC adına Gatehouse'ın YPJ gerillalarıyla görüştüğü, Bêrivan'ın fotoğrafını çektiği yer, Kobanê değil, Cezza'ydı. Burası Kobanê'den hayli uzakta, Şengal'e yakın bir yer. Röportajın yapıldığı günden bugüne, oradan Kobanê'ye Kürt gerillaların gelebilmesi mümkün müydü, ne kadar uğraştıysam da tam öğrenemedim. Çünkü arada İD'in elindeki topraklardan geçmeleri gerekiyor görünüşe göre. Bir geçit varsa da biz sıradan faniler bilmiyoruz en azından.

2 Ekim 2014 Perşembe

Çözülme süreci

Beylik laflar boşuna beylik konumunu kazanmıyor, ağızlara sakız olan durduk yerde olmuyor. Bunlardan biri: Elindeki tek alet çekiçse bütün meseleleri çivi olarak görürsün. Vurursun-çakarsın, çakarsın-gömersin, vurursun-kırarsın... "Eski Türkiye"yi yöneten zorbaların hayatta bildiği, becerebildiği işler bunlardı. Yenisinde de farklı olmayacak anlaşılan.

Türklerin yöneticileri, siyasetçileri, kamuoyuna akıllar fikirler yayanları, Kürtlerle birlikte yaşamak istiyor mu? Sözümona istiyor. Galiba sadece bir karış toprak muhabbetinden ötürü, yani Misak-ı Millî sınırları bozulmasın diye istiyor. Toplumsal hayat içerisinde içiçe geçmiş milyonlarca insanı birbirinden koparmaya kalktığınızda olacak biteceklere dair kimsenin en küçük fikri, daha mühimi, endişesi yok, orası belli. Şuursuzluk millî hasletlerimizin en öndegelenlerinden. Resmen şu hayatî soruyla karşı karşıyayız: Türkiye'yi birarada tutmak mümkün olabilecek mi? Bu soru duyulmuyor mu, görülmüyor mu, ne oluyor?

Bugüne kadar Kürt meselesini tedavisi giderek imkânsızlaşan, kangren benzeri bir illet haline getiren tutum, işte o, eline çekiç almış sağa sola savuran zorbaların tutumuydu. Onların bulabildiği çözüm, ötekiler pısıp oturana kadar yeterince Kürt öldürmek ve süründürmekti. Fakat hesap tutmadı. Onlar vurdukça Kürtler pısıp oturacaklarına daha çok ayağa kalktılar. Geldiğimiz nokta, 40-50 bin cansız bedenden sızan kanları üstüne sıçratmadan kimsenin adım atamadığı koca bir ülke, birikmiş hınçlar, empati gelişeceğine, karşılıklı tahrik edilen milliyetçi-ırkçı kin-nefret duyguları.

"Yeni Türkiye"cilerin vaat ettiği çözüm süreci tam da oluşmuş bu feci ortam yüzünden umut ışığıydı. Kendi ülkesini talan etmekle meşgûl gözü dönmüş soygunculara, din sömürücüsü zalimlere başkalarının -ve elbette Kürtlerin en az yarısının- her şeye rağmen gösterdiği tahammülün tek sebebi buydu. Hâlâ da bu.

1 Ekim 2014 Çarşamba

Çözüm sürecine yasal dayanak - tam da şu anda!?

"Çözüm süreci", bugün Resmî Gazete'de yayımlanan bakanlar kurulu kararıyla yasal dayanağa kavuştu. Bu dayanak, tam bizim devlete yaraşır şekilde, istendiği şekilde uzatılıp kısaltılabilecek parçalardan oluşuyor.

Allah bizi sevmediği, tarih bize lanet ettiği veya sadece şanssız ya da akılsız olduğumuz için, aslında pekâlâ sevinilebilecek bir gelişmeyi bin türlü tereddüt ve endişe içerisinde karşılamak durumundayız. Çözüm sürecini yasal dayanağa kavuşturan, Kobanê'de katliama izin verip vermeyeceği, İD'e yardım edip etmediği derin şüpheler eşliğinde tartışılan bir hükümet olmasa, herhalde hepimizin içi daha rahat olabilirdi.

30 Eylül 2014 Salı

Sınır kapısında ne oluyor? - Geceyarısı esrarı

Kobanê'ye açılan TC sınır kapısı Mürşitpınar'da saatlerdir (şu anda saat 02:40) asker ya da polis bulunmadığı ileri sürülüyor. İddia birkaç saattir birkaç ayrı adresten atılan tweet'lerle tekrarlandığı için, Twitter dışında kayda geçsin diye buraya aktarıyorum. Sadece ikisini aktarayım; DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek'inkileri: Yaklaşık 21:00'de: "Gündüz bir tek sivil insanın yanaştırılmadığı Mürşitpınar sınır kapısında şu an tek bir asker ve polis yok. Kapı terk edilmiş. Neler oluyor?" Yaklaşık 22:00'de: "Asker ve polisin terkettiği Mürşitpınar sınır kapısının güvenliğini parti yönetimimiz ve bir grup sivil yurtsever sağlıyor.”

29 Eylül 2014 Pazartesi

Şşş, baksana, bunlar sahiden gazeteci mi?

"Dünyanın gözünde şu duruma düştük, bu duruma düştük" muhabbetleri, pek çoğunuz gibi beni de gıcık eder. Bir haltı yememe sebebin sadece "el âlem ne der!" ise sen zaten ilk fırsatta o haltı yiyecek veya onun yerine başka halt bulacaksındır. Fakat cumhurbaşkanının kafasındaki dünya, başbakanın kafasındaki Ortadoğu algısıyla olup bitenler karşısında "rezil oluyoruz" duygusuna kapılmamak imkânsız.

27 Eylül 2014 Cumartesi

Öbür büyük mesele: Türklerin geleceği

"İslâm Devleti" saldırıyor, Kobanê direniyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti, söylendiği gibi İD'e trenle silah-mühimmat göndermiyor veya eleman sevkinde yardımcı olmuyorsa, insansız hava araçları ya da başka yollarla istihbarat yardımında bulunmuyorsa bile, topraklarını savunan Kürtlere iki demeçle olsun arka çıkmayarak, acil pratik sonuç doğurmasa da İD'i caydırmaya yönelik en ufak adımı atmayarak, ülkesine sığınan insanları Kızılay'la, AFAD'la değil asker-polisle, gazla, tazyikli suyla karşılayarak, Kürtlerin gözüne fazla çıplak, fazla net gözüken bir tavır alıyor.

1990'lardaki korkunç, yaygın ve derin zulme rağmen, bu zulüm yıllarında en azından "üzülüyoruz" anlamına gelebilecek minicik bir jesti dahi göremediği Türk toplumundan manen bütünüyle kopmayan Kürtleri daha öteye, uzağa, çok uzağa itmek için bundan daha münasip bir politika izlenemezdi. İD'e henüz IŞİD'ken sağlanan destekler, Türkiye topraklarında radikal İslâmcı militanların cirit atması, sınırı keyiflerince kullanmaları, bunlara TIR'larla silah, mühimmat gönderilmesi, şu bu, hepsi, Kobanê direnişi karşısında alınacak farklı bir tavırla hafızaların acilen ve her gün kullanılmayacak biryerlerine atılabilirdi belki. Artık çok zor.

25 Eylül 2014 Perşembe

Türkiye'ye "aracı" konumu mu? - Bir işaret

İD'in elindeki 46 Türk rehinenin kurtarılışının sırrını çözmeye çalışırken, öncelikle hem cumhurbaşkanı hem başbakanın vurguladığı "siyasî-diplomatik operasyon" kavramına anlam vermek gerekti. Bu şüphesiz, TC yetkililerinin İD ve başka silahlı İslâmcı örgütlerle bir şekilde "görüşebildiği" anlamına geliyordu. Buradan hareketle, Türkiye'nin belki de İD'e karşı kurulan uluslararası koalisyona kendisi için bir tür "aracı konum" teklif etmiş olabileceğini düşündüm ve bu tahminimi "Bir tahmin: Türkiye'ye 'aracı' konumu?" başlığı altında yazdım.

Bu tahminin doğrulanması yönünde ilk gelişme, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın New York gezisi sırasında yaşandı. Lübnan gazetesi The Daily Star'ın haberine göre, Lübnan Başbakanı Tammam Salam'la görüşmesinde Erdoğan, İD'in elindeki Lübnanlı rehinelerin sağ salim kurtarılması için elinden geleni yapmayı taahhüt etmiş. Geçen ay, Lübnan'ın kuzeydoğusundaki Arsal şehri bir ara İD ile El Nusra'nın eline geçmiş, örgütler bu sırada 21 Lübnan askerini esir almışlardı. (Şu ana kadar bunlardan kesinlikle üçü, muhtemelen dördü öldürüldü.)

24 Eylül 2014 Çarşamba

Rehinelerin bekletilmesi neyi kanıtlar?

İD'in elinden kurtulan rehinelerden Gaziantepli özel harekât polisi Veysel Can'ın Diken'e anlattıkları, kurtarma operasyonunu hükümetin iddia ettiği gibi MİT'in yapmadığına delil sayıldı. Çünkü Can, "sınıra getirildik, MİT'e haber verilmediği için dört saat bekletildik" dedi. Bu sözlerden, iki farklı iddia türetildi: (1) Operasyonu CIA yaptı, (2) Rehineleri İD serbest bıraktı.

Fakat üçüncü bir ihtimal daha var: Resmî versiyon. Rehinelerin sınırda neden dört saat bekletildiğine ilişkin resmî açıklama, Özel Harekât'çı Veysel Can'ın sözleriyle kesin yalanlanmış olmuyor. Bu açıklama şöyleydi hatırlarsanız: İD rehineleri getiriyor, ancak rehinelere karşılık İD'e teslim edilecek 50 kadar tutsak Tevhid Tugayı tarafından aynı anda getirilmediği için İD Türk rehineleri dört saat daha elinde tutuyor. Buradaki rehine değiştokuşunun üçlü bir yapısı var.

Buradan kime artı kime eksi puan çıkacak diye bakmadan söyleyebiliriz ki, bu ihtimal hâlâ, operasyonun MİT'ten bütünüyle habersiz yapılmış olması ihtimalinden daha güçlü.

Rehineler meselesinde yeni sorular

Deniz Zeyrek'in Hürriyet'teki haberinden anladığımız şunlar:

1. İD Türk rehineleri bıraktı, buna karşılık çok önemsediği 50 tutsağını kurtardı.

2. İD'e verilen 50 tutsak, Türkiye'nin elinde değildi; Türkiye'den hiçbir tutuklu-hükümlü, gözaltındaki şahıs vs. İD'e verilmedi.

3. Türk rehinelerin bırakılması karşılığında 50 tutsağı İD'e veren, Suriyeli bir başka silahlı örgüt, Liva El Tevhid veya Tevhid Tugayı.

4. Tevhid Tugayı'nın serbest bıraktığı tutsaklar arasında bilinen en önemli kişi, İD'in bu yılın başında öldürülen komutanlarından Hacı Bekir'in eşi. Hacı Bekir'in çocuklarının da bu tutsaklar arasında bulunduğu söyleniyor.

Hacı Bekir, Saddam'ın eski subaylarından. ABD işgalinden sonra El Kaide'ye katılmış. Kimileri El Kaide'nin Irak'taki gelişmesini en başta ona borçlu olduğunu ileri sürüyor. 2010'da Irak'ta meydana gelen çeşitli otel ve yabancı temsilcilik bombalamalarından sorumlu olduğu düşünülüyor. 2010'da Irak El Kaide'sinin lideri Abu Ömer Al-Bağdadi öldürüldükten sonra örgütün askerî konseyini yönettiği sanılıyor. İD'in ilk zamanlarında, örgütün "askerî beyni" olduğu ileri sürülüyor. 2014 Ocak'ında, rehine değiştokuşunda adı geçen Tevhid Tugayı örgütüyle girdiği çatışmada öldürülene kadar adı pek bilinen bir sima değil. Ama bunda bir gariplik olmadığı, çünkü İD'in üst düzey komutanları, liderleri hakkında zaten çok ketum davrandığı söyleniyor. Hacı Bekir'i İD konusunda ilginç kılan, sadece Baas'çı bir eski subay olarak Selefi örgütte yönetici oluşu değil. Hacı Bekir, şu andaki sözde halife Bağdadi'nin örgüt içindeki yükselişini sağlayan isim, iddiaya göre.

23 Eylül 2014 Salı

Hangi fotoğrafı kaldırayım, Berna Hanım?

Facebook'ta "Ümit Kıvanç" diye bir sayfa var. Hazırlayanı tanıyorum, ama sayfa üstünde benim hiçbir katkım, etkim yok; böyle bir sayfanın varolduğundan da sonradan haberim oldu. Bana ulaşmak amacıyla haftasonu bu sayfaya iki mesaj gönderilmiş, bana iletildi. İkisi de Berna Sürmen adlı bir hanımdan. İlki şöyle:

Sayın Kıvanç, Yürütmekte olduğunuz Koton reklam filmine karşı olan kampanyanızda, benim kızıma ait ve 3 sene çekimi yapılmış olan ve sadece mağaza içi panolarda kullanım hakkı bulunan bir fotoğraf karesini izinsiz kullanmaktasınız. 24 saat içinde zete.com ve kendi diğer bloglarınızdan bu fotonun kaldırılmaması halinde hakkınızda dava açacağımı bilgilerinize sunarım. Berna Sürmen

21 Eylül 2014 Pazar

Bir tahmin: Türkiye'ye "aracı" konumu?

Türkiye'nin Irak-Suriye politikası, genişletirsek Ortadoğu, özelleştirirsek İD politikası, önümüzdeki günlerde bütün hayatımızı şekillendirecek. Ancak şu an itibarıyla bu politika bir muamma. "Şunu şunun için yapıyorlar" diye ortaya atılan tezlerin hepsinin zıttı da yaklaşık ölçülerde akla yakın. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın BM Genel Kurulu için New York'a hareket etmeden önce söyledikleri arasında, bu konuda akıl yürütmemize yardımcı olabilecek sözler bulunabilir mi? Bakalım.

Önce İD'i tanıma-tanımama meselesi. Şu ana kadar, kendisiyle savaştığı için değil, sadece kendi mezhebinden-dininden olmadığı için öldürdüğü insan sayısı 7-8 bin civarında tahmin edilen, kendine "İslâm Devleti" diyen örgütün gayrıresmî bir web sitesi var, biliyorsunuz: takvahaber.net. (Türkiye'de bazın özgürlüğü, internet özgürlüğü yok diyen utansın valla!) Burada rehinelerin serbest kalışı, TC'nin İD'i "dolaylı yoldan da olsa tanıması" diye takdim edildi. TC'nin cumhurbaşkanı da rehine "operasyonu"nu "diplomasinin zaferi, siyasî pazarlığın zaferi" diye sunduğuna göre, birileri diplomatik-siyasî düzeyde muhatap alınmış olmalı. Bu elbette sadece rehineleri kurtarmak için girişilmiş bir manevra olabilir. İkinci bir ihtimal daha var; oraya doğru ilerleyelim.

Erdoğan'ın şu sözlerini hatırlayalım:
"Biz ağzımızdan çıkan kelimeleri seçtiysek, sebebi var. Cidde’de imza atmadıysak bunun içindi. NATO’da da benzer şekilde; 'Lojistik destek veririz ama başka türlü olmaz' dedik. Bundan sonrası ayrı mesele. Sayın Başbakan ile görüştüm, 'Çalışma yapın' dedim. Biz de BM’de değerlendireceğiz. Ondan sonra nasıl bir tavır alacağımızı belirleyeceğiz."

Ne demek istiyor?

Rehineler meselesi - Bilebildiklerimiz

20 Eylül'ü 21'ine bağlayan geceyarısı itibarıyla, 46 rehinenin İD'in elinden nasıl kurtulduğuna dair pek az şey biliyoruz. Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hışmını üzerine çekmeyi göze alarak -ya da tehlikenin bilincinde olmaksızın- hadiseye şöyle bir başlığı uygun gördü: "Ankara, rehinelerin nasıl kurtarıldığını açıklamıyor" ("Ankara schweigt über Umstände der Geiselbefreiung" - birebir çevirisi bu değil, aynı başlığı Türkçe atsak herhalde böyle atardık). Vice News da rehinelerin bırakılma koşullarını "esrarengiz" diye niteledi ("Islamic State Releases 49 Turkish Hostages While Fate of British Aid Worker Remains Unclear").

[ EK/24 EYLÜL/02:10 - Bu eki tam 24 saat önce yapmalıydım. Hattâ, biraz cevvaliyet gösterseydim, Deniz Zeyrek'in Hürriyet'teki haberinde verilen çok önemli bilginin bir ihtimal olarak sözünü dahi edebilir, blogçuluğa birkaç puan kazandırabildim. Sözkonusu haber, rehineleri bırakması karşılığında İD'e verilen "şey"in, İD için çok önemli olan bazı tutsaklar olduğunun doğrulanması gibi. Ancak bu tutsaklar, Türkiye'nin elindeki bazı tutuklu İD militanları vs. değil. Müslüman Kardeşler bağlantılı Suriyeli örgüt Tevhid Tugayı'nın elindeki bazı kişiler. Bunların arasında, El Kaide üzerinden İD'e katılan ve çok önemli bir sima olan (bu yılın başında çatışmada öldürülen) Hacı Bekir'in eşi ve çocukları da var. Bu haberi buraya olduğu gibi aktarmam doğru olmaz, bu yüzden lütfen tıklayın ve okuyun. Benim biraz gayret biraz da tesadüf sonucu ulaştığım bilgi ise şuydu: Hacı Bekir'in eşi, İD'in (IŞİD) EL Kaide'den kopuş ve kuruluş aşamalarına ilişkin önemli sırlara vakıf bir insan, bu yüzden ortalıkta dolaşması İD için potansiyel tehlike arz ediyor. Tehlike kısmını bilemem, ama belli ki bu kadının özel bir konumu var.

[ EK/22 EYLÜL/02:40 - Dünya basınından konuya dair önemli başlıkları, yorumları aktarmaya niyetlendim, ama vazgeçmek zorunda kaldım, çünkü bir sağanak var. Hemen herkes, rehinelerin hangi koşullarda serbest kaldığını anlamaya çalışıyor ve Ankara'nın dişe dokunur tek ayrıntı veremeyişinden hareketle ya "esrarengiz"lik motifine varıyor ya da sözü "o halde TC'nin İD'le karanlık birtakım işleri-ilişkileri var"a getiriyor. Görünen o ki, bu sağanak sürecek ve Türkiye'deki yabancı basın muhabirlerini linç tehlikesiyle yüzyüze bırakarak önlenemeyecek. Bu karanlığın bir sonucu da şu olacak: Batı basınının belli başlı yayın organları muhabirlerini rehine meselesinin üzerine salacak. Tabiî mâkûl bir süre içerisinde tatminkâr birşeyler öğrenilemezse. ]

Bildiklerimizi ve düşünebildiklerimizi derleyip toplamaya çalışıyorum. (BBC Türkçe'nin değerli hizmetinden yararlanıyor ve buradaki birçok ayrıntıyı, 20 Eylül günü yaklaşık saat 20.00'ye kadar rehinelerle ilgili haberleri, yorumları topladıkları sayfadan aktarıyorum: "Rehineler serbest, Türkiye IŞİD'e karşı koalisyona katılacak mı?" Başka kaynak belirtmiyorsam kaynak BBC Türkçe'nin bu sayfasıdır.) Bundan sonra edinebileceğim bilgileri veya düşünebileceğim bağlantıları bu yazıya ekleyerek devam edeceğim. Evet, eldekiler şunlar:

[ EK/21 EYLÜL/15:45 - Cumhurbaşkanı Erdoğan basın toplantısında, "Velev ki takas oldu," dedi. TC'nin İD'e rehineler karşılığında, elindeki birilerini, İD için önemli birilerini verdiği anlaşılıyor. Bunu bütün maddelerden önceye, buraya almak zorunluydu. Ayrıntı öğrenirsek ekleyeceğim. ]

[ EK/23 EYLÜL/03:35 - Cumhurbaşkanı Erdoğan, New York'ta, Dış İlişkiler Konseyi'nde konuştu, rehinelerle ilgili soruya cevap verirken şunları söyledi: "Bu operasyonda parasal hiçbir ilişki kesinlikle olmamıştır. Bu işin en açık yanıdır. Bunun dışındaki yanına gelince... Bazıları 'Takas yaptılar' dedi. Yeri gelir takas da yapılır. Ama ona hazırlanmak ayrı bir maharettir. Bu tür adımlarla bu sağlanmıştır. Bir tane esiri için bin 500 rehineyi veren İsrail'e bu soruyu sordular mı, onu merak ediyorum. Bin 500 rehine verdi, sadece bir askerini alabilirmek için. Demek ki olabiliyormuş." Erdoğan'ın dedikleri biraz aydınlatıcı, ama yeni sorular da doğuruyor: "takasa hazırlanma" ne demek meselâ? ]

1. Hernekadar Cumhurbaşkanı Erdoğan rehinelerin kurtuluşuna ilişkin resmî açıklamasında mütemadiyen "operasyon" kavramını kullandıysa ve muhtemelen mâkûl dozda kahramanlık da içeren bir kurtarma eylemini çağrıştırmaya çalıştıysa da, ortada "görevimiz tehlike" tarzı böyle bir operasyon yok. İD'e rağmen rehineleri bulundukları yerden kurtarıp, bütünüyle İD'in denetimindeki topraklardan geçirip Türkiye'ye getirmek zaten imkânsız denecek kadar zor olurdu.

2. Zaten, BBC Türkçe muhabiri Sinan Onuş'un da dikkat çektiği üzre, cumhurbaşkanının "operasyon" vurgusuna karşılık Başbakan Davutoğlu'nun vurgu yaptığı kavramlar "çalışma" ve "temas". ESki MİT Müsteşarı Cevat Öneş, "Sayın başbakanımızın açıkladığı şekilde, yani temas ve müzakere yoluyla alındığı anlaşılıyor," diyor. "Olayın gelişimi de bunu gösteriyor. Sanırım yerel kaynaklar kullanılarak böylesine bir mutlu sonuç alındı." Hürriyet'ten Uğur Ergan'ın haberine göre rehineler "değişik kanallar üzerinden yürütülen müzakereler sonucu ikna yönemiyle" kurtarıldı. Murat Yetkin'in, "istihbarat ve diplomasi kaynakları"yla görüşerek yazdığı yazıya ("49 rehine IŞİD'den nasıl kurtarıldı? İşte ilk ayrıntılar") göre, "IŞİD rehineleri Türkiye'ye vermeyi kabul etti." Buna rağmen Yetkin "operasyon" ifadesini kullanılıyor; ancak şöyle bir içerikle: "Kurtarma operasyonunda çevre koruma tedbirleri dışında silahlı güç kullanılmadı. Dolayısıyla bir baskın, çatışma olmadı. Bu bir istihbarat operasyonuydu." Ve Anadolu Ajansı'na göre bu operasyonu MİT Dış Operasyonlar Daire Başkanlığı yürüttü. Tayyip Erdoğan'ın son baş düşmanı New York Times'ın görüştüğü bir "üst düzey ABD yetkilisi", TC yetkililerinin "operasyon tamamen millîdir, kimseden yardım alınmadı" iddiasını doğruluyor: "...rehinelerin dönüşünü garantilemeden önce Türkiye ABD'ye bilgi vermedi, ABD'den, rehinelerin bırakılışıyla bağlantılı herhangi bir özel askerî yardım talep etmedi" ("Turkey Welcomes Return of Hostages Held in Iraq").

20 Eylül 2014 Cumartesi

Diren Kobanê ...kim..? seninle?

19 Eylül'ü 20'sine bağlayan gece, Suriye-Türkiye sınırının dibindeki Kobanê'de "İslâm Devleti"nin saldırısı sürüyor. Bu acımasız örgütün önünden kaçıp Türkiye sınırına yığılan binlerce kişiye sınır gün içinde nihayet açıldı, içeri alındılar, iyi kötü biryerlere yerleştirildiler. [ EK/20 EYLÜL: Hükümet yetkilileri sayının 60 bini bulduğunu, Kürt gazeteciler 7-8 bin civarında olduğunu söylüyorlar. ] 20 kadar köyün aşırı zayiat vermemek için terk edildiği İD'e karşı Kobanê'de sadece YPG savaşıyor. Gece, HPG gerillalarından oluşan takviye güçler onlara katıldı. Bunun dışında da Suriye Kürtlerine yardım eden kimse yok. İD'e karşı ABD önderliğinde kurulan, resmî söyleme göre 40 devletli uluslararası koalisyon, somut adım atmak şöyle dursun, doğru dürüst açıklama bile yapmadı. Türkiye Cumhuriyeti için ise, anlaşılan, öncelik taşıyan, İD tehlikesi değil, Kürt fobisi. Öyle görünüyor ki, özellikle Rojava'daki "devrim düzeni", Ankara'nın Kürt korkusunun üzerine tüy dikiyor. Bu yüzden, başa akıl almaz belalar açabilecek "tampon bölge" fikirleriyle oynanıyor.

Yani diyebiliriz ki, Yeni Türkiye'ci cumhurbaşkanı ile Yeni Osmanlı'cı başbakanın sınır boyuna ilişkin politikası, bütünüyle "Eski Türkiye"nin o hem atgözlüklü hem kompleksli güvenlik zihniyetiyle şekillendiriliyor. Kürt fobisinin bu zihniyetin merkezî unsurlarından olduğunu hatırlatmak bile gereksiz.

Muhalefetin halindeki tuhaflıklara gelelim.

19 Eylül 2014 Cuma

Şu anda acil cevap bekleyen sorular

Bir an önce, yetkili resmî ağızlardan, net ve inandırıcı şekilde cevaplanması zorunlu olan sorular birikiyor. Basının iktidar propaganda mekanizmasına dahil bölümünden doğru bilgi alma ihtimalimiz bulunmadığı gibi, bunun dışındaki kısma da pek zor güvenebileceğiz. Zira konu Kürtler. Eğer hükümet Kürtleri bıçağın kemiğe dayanacağı noktaya kadar sıkıştırıp bundan birtakım somut "kazanımlar" elde etmeyi planlıyorsa, sanırım buna Hürriyet gazetesi veya Cemaat yayın organlarının tek itirazı, "niye kemiğe de sokmadın?" olur. Ne yazık ki, bölgeden bilgiler aktaran yerel kaynakların da büyük bölümü -bir savaşın tarafı oldukları için- yüzde yüz güvenilir değiller. İD'in (hattâ TC'nin) işine yarayacağını varsaydıkları olguları gözden uzak tutacaklardır. Genellikle insanların kızdığı, bir lüks madde veya gereksiz kapris muamelesi yaptığı hakikat arayışı, yani aslında gazetecilik diye bir mesleğe duyulan sahici ihtiyaç işte böyle zamanlarda kendini fena hissettiriyor.

Tekrarlıyorum: aşağıdaki soruların bir an önce yetkili bir ağız tarafından, net ve inandırıcı şekilde cevaplanması zorunlu. Gazeteci arkadaşları bunların peşine düşmeye çağırıyorum.

• YPG'nin esir aldığı İD'çilerin arasında Türkiye doğumlu olanlar var mı? (Bir yerde dört Trabzonlu, başka bir yerde üç Trabzonlu, bir Bartınlı olduğu iddia ediliyor.)

• Gece bir Türk treninin Akçakale'de (Tel Ebyaz karşısında) istasyonun bulunmadığı bir yerde durduğu ve buradan İD'e birtakım sandıkların aktarıldığı iddiası doğru mu? (Trenyolunun başka zamanlarda da İD'e yardım için kullanıldığı ileri sürülüyor.)

• Suriye topraklarının İD denetimindeki bölgelerinde veya Kobanê civarında herhangi bir Türk askerî aracı (personel taşıyıcı veya herhangi bir başka zırhlı araç, akrep, tank) var mı? Meselâ Agbaş köyünde beş zırhlı araç?

• Kobanê ve civarındaki İD'çilerin arasında eski Türk Özel Tim elemanlarının bulunduğu doğru mu? (HDP Muş milletvekili Demir Çelik'in Meclis'te basın toplantısı düzenleyerek ortaya attığı iddia.)

• Henüz üç gün önce Türkiye'den Suriye'ye İD'çiler geçti mi? (1500 kişiye kadar çıkan iddialar var. Tren iddiasının, Tel Ebyaz'a savaşçı aktarılmasını kapsayan bir versiyonu da var.)

• İD komutanı Muhammed Ali R.'nin 7 Ağustos'ta -yani 49 TC vatandaşı İD'in elinde rehineyken!- Mersin'de bir özel hastanenin 323 no'lu odasında tedavi gördüğünü, bu sırada korumalarının etrafta tedbir aldığını ileri süren hemşire E.G.'nin söyledikleri doğru mu? ("Turkish Nurse: 'I Am Sick of Treating Wounded ISIL Militants'")

Bunlar çok ciddi iddialar. Duymazlıktan gelinemez, yokmuş gibi davranılamaz.

Zirvenin karanlığı

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, artık her salı Meclis'teki grup toplantısında esip savuramayışının acısını çeşitli fırsatlar bulup çıkaracağı benziyor. TÜSİAD İstişare Kurulu toplantısına katılan cumhurbaşkanının konuşmasından kelimeler seçip ardarda dizdim. Kaynağım, T24'ün "Cumhurbaşkanı Erdoğan, TÜSİAD'da Mustafa Koç'un 'ananas' ve 'tespih' konuşmalarıyla Gülen cemaatine yüklendi" başlıklı haberi:


Gezi olayları ... dik durmasaydık ... darbe girişimi ... bazılarının paralel yapıyı açık açık desteklediğini ... darbe girişimi ... eski Türkiye'yi diriltme girişimi ... Faiz lobileri ... dönemin başbakanı ... ihanet çetelerini ... ABD medyasında 3 haber çıktı diye ... ihanet şebekelerine ... bu kervan yürümeye devam edecek ... paralel şebeke ve destekçisi uluslararası medya ... Eski Türkiye ... Siyaseten deviremedik, ekonomik olarak devirelim mantığı ... Her türlü algı operasyonu ... hukuk sistemine sızmış paralel yapı ... manidar ... o banka şu anda batmış zaten ... vatandaş, istediği şekilde kalkıp yürüyüş miting yapamaz ... Paralel ihanet çetesi ... bu ülkede başörtüsü yasağı ... benim baş örtülü kardeşim ... Kutuplaşma deniliyor ... Gezi ve paralel yapıya destek veren yapılar ... İçeride ve dışarıdaki medya kuruluşları, STK'ları kimlerin fonladığını tek tek ... Halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı olarak ... 2023 hedeflerine...

17 Eylül 2014 Çarşamba

Pedagoji Derneği'nin Koton'a mektubu

Pedagoji Derneği, hayırlı bir iş yaparak, Koton firmasına, "Çocuk kafası çocuk modası" reklamını "birkaç açıdan sakıncalı" bulduğunu bildirmiş ve reklamın kaldırılmasını "temenni etmiş". "Koton yetkililerine mektup!"ta dernek, gördüğü sakıncaları dört maddede sıralamış.

Dernek, "çocukların yetişkinler gibi algılanmasını sağlamaya yönelik makyajlar, takılar" vs. konusuna işaret ediyor ve, "çocuk istismarı ve pedofilinin arttığı bir dönemde, özellikle kız çocuklarını yetişkin kıyafetleri ve hareketleri ile gösterme"nin tehlikesine dikkat çekiyor, yerden göğe haklı olarak. Sonra, "moda" kavramının çocukların dünyasına ve gündemine sokulması üzerinde duruyor. Pedagoji Derneği'ne göre bu, "çocukların ruhsal gelişimine zarar veriyor". Uzman değilim ama derneğin haklılığından yana şüphem yok. Bunun ardından, Koton reklamının temel motifleri, "ayrıcalıklı" olma, "tarz sahibi" olma rezillikleri -dernek mektubunda böyle denmiyor, onlar benim kadar kaba değiller- konu ediliyor. Çocukları, hele kıyafetleri üzerinden "ayrıcalıklı-tarz sahibi" etmeye çalışmanın, ufaklıklara "narsizm-özseverlik tohumları aşılamanın" yanlışlığını ortaya koyuyor dernek.

Bunlara diyecek tek söz olamaz. Ancak sözkonusu Koton reklamında "çocukların ticarî kaygılara alet edildiği izleniminin uyandığı" ifadesi, olayımızın cereyan ettiği alan gözönüne alınırsa, naif ötesi kaçıyor. Koton yetkilileri derneğe sorabilir: Reklamdan bahsediyoruz burada, malımızı satmaktan bahsediyoruz; başka nasıl bir izlenim uyanacaktı? Sert soru. Açıklayacağım. Önce bir-iki şey daha aktarayım.

İD ve Müslümanlar - bir izah

Ortadoğu'yu kana bulayan ve milyonlarca müslümanın gözünün içine baka baka kendine "İslâm Devleti" adını veren katiller-tecavüzcüler örgütü hakkında şu andaki hükümetimiz bütünüyle saçmalıyor. Rehineler bahane olamaz. İnsan hoşnutsuzluğunu, onaylamadığını diplomatik üslûpla da her fırsatta belli edebilir; etmiyorlar. Ben de açıkçası, insanî bakımdan bunu pek dert etmiyorum. Hükümetimiz, şu ya da bu çıkarı için, hattâ mensuplarının maddî çıkarları için, dinin "yüce" sayılan değerleri dahil hiçbir şeyi çiğnemekten kaçınmayacağını defalarca ortaya koydu.

Benim derdim, kendilerinden insanlık beklediğim Müslümanlarla. İD'in icraatına İslâm'ın dayanak olamayacağını yüksek bir sesle ve tereddütsüz haykırmalarını bekliyorum. İD'in kendilerini kirlettiğini fark etmiyorlar mı? Bilemiyorum. İcabında, parçası oldukları dindar çoğunluğun tepkilerini çekmeyi de göze alarak, insan hakları konularında gereken tavırları göstermiş istisna insanların dedikleri, eyledikleri sayılmaz. Çünkü çoğunluk hiçbir durumda onları onaylamıyor. Müslüman çoğunluğun İD konusunda takınacağı tavır, sadece İslâm'ın yakın gelecekteki algılanışını şekillendirmekle kalmayacak. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin, toplumların nasıl yaşayacağını da belirleyecek.

İkinci olarak, eğer İD bir insanlık meselesiyse, bunun insanca halledilme şekli, Amerikan jetlerinin İD militanlarını bombalayarak parça parça etmesi değildir. Eğer İD dışındaki Müslüman çoğunluklar bu oluşumu, ideolojisini ve pratiğini reddederlerse, o zaman İslâm adına işlenen suçlar son bulur, bunların zemini dağıtılmış olur. Başka hiçbir çözüm, bunun kadar sağlıklı ve kalıcı olamaz.

Bu yüzden, Müslümanları bu konuda tavır almaya çağırıyorum. Kimim ki bunu yapıyorum? Dindar dahi olmayan bir insanım. Müslümanlık deyince İD'in katillerini değil babaannemi hatırlamak isteyen herhangi bir bireyim. Dine kategorik olarak kötü gözle bakmayan bir sosyalistim. Stalin'in hesabı verilemediği için, bir vakit yüz milyonlarca insanın umut ışığı olmuş sosyalizm nasıl marjinalleşti, etkisizleşti, acısını çekerek yaşamış biriyim. Yetkim yok, iktidarım yok. Kimseyi zorlayamayacağım için haddimi de aştığımı sanmıyorum. Alt tarafı, "saçmalamış" der, geçersiniz. Ufak bir ihtimalle de, "bu herif ne geveliyor ağzında?" diyerek konuya aynadan değil başka bir pencereden bakmayı deneyebilirsiniz. Yoksa dibe sürükleniyoruz hep beraber.

* * * * * * * * * * * * * * * * * *

[ NOT: Bu yazıyı yayımladıktan sonra, Müslümanların İD'i kınadığı üç ayrı olaydan haberdar oldum:
• Fethullah Gülen, öndegelen Amerikan gazetelerine ilân vererek, İD ile birlikte, El Kaide ve Boko Haram'ı da "lanetledi".
• Almanya'da "Müslümanlar Konseyi", bir kınama açıklaması yaptı, "teröristler İslâm adına konuşamaz" dedi..
• En ilginci, İstanbul'da bir belediye otobüsünde genç bir adam, yolculara İD'in İslâm'ı temsil etmediğini anlattı. ]

16 Eylül 2014 Salı

Koton'un özür borcu var, hem de çok

Koton firması, reklam filmini bu blogta, "Kötülüğün minik masum halleri" yazımda ele aldığım son reklam kampanyasına karşı yükselen tepkileri (imza kampanyasını) güya dikkate almış ve şu açıklamayı yapmış:
Koton müşterilerini dinlemeyi ve onların görüşleriyle uygun şekilde hareket etmeyi ilke edinmiş ve bugünlere bu yaklaşımla başarılı bir şekilde gelmiştir. Son reklam kampanyamızda kullandığımız ve imza kampanyanızda bahsi geçen sloganımızı dün akşam itibarıyla iletişim faaliyetlerimizden çıkardığımızı ve bu sloganı içeren billboardları değiştirdiğimizi bilgilerinize sunarız. Müşterilerimizin görüş ve istekleri Koton için her zaman yönlendirici olmaya devam edecektir. Saygıyla duyururuz.
Ne anlıyoruz açıklamadan: (1) Koton hep müşterilerin görüşlerine uygun davranırmış, (2) Son reklam kampanyasındaki sloganı (herhalde "moda neyse onu giyerim" küstahlığından bahsediyorlar) kaldırmışlar, billboard'ları değiştirmişler, (3) Müşterilerin görüşleri firma için hep önemli olacakmış.

Pek güzel. Türkiye şartlarında elbette, hiç yoktan iyidir, denebilecek bir durum. İyi de, mesele o slogandan mı ibaret? Burada tekrarlamayayım, Koton'un reklam filmini ele aldığım yazıyı lütfen okuyun. Geri çekilmesi, düzeltilmesi gereken vahamet bir değil iki değil.

Firma bütün bir içeriği koruyup tek sloganı kaldırmakla ortalığa saçtığı pisliği temizlemiş sayılamaz. O reklam filmini kaldırmaları bile yetmez. Alenen özür dilemeleri gerekir. Çok marifetleri var, kendilerini konu etmeyi sürdürebiliriz hep beraber. Umarım kızları hakkındaki gelecek planları "vitrine koymak" olmayan anababalar bu vesileyle sadece Koton'a değil, kız çocuklarının "küçük kadın" olarak sunulduğu, çocukların kötülüğe ve alışverişçiliğe kışkırtıldığı her türlü reklama karşı doğru dürüst hassasiyet gösterirler.. Bakın, meselâ şu, Koton'un bir reklam fotoğrafı:


Bu nasıl bir çocuk giyimi reklamı? Alışverişten dönüyor olmalı. Kim? Bu bir kız çocuğu fotoğrafı mı, "küçük kadın" fotoğrafı mı? Bu cins reklamları masumane görenler ve bunların toplum -meselâ ergen erkek çocukları- üzerindeki etkilerini küçümseyenler idraksiz, kavrayışsızdır. Bunları üretenler, bunlardan çıkar sağlayanlar, sadece idraksiz, kavrayışsız değil, sorumsuzdur. Alışverişten dönen küçük kadın imajı size yeterli görünmediyse, buyurun:


Sağda başka bir firmanın genç giyimi reklamı. Sağdakini artık ezbere biliyoruz: İki kız iki oğlan formülü. Sevgili olduklarını, dört gençle değil iki çiftle karşı karşıya olduğumuzu anlatan el-kol, temas, pozlar, vs. En azından bu kadar çok tekrarlandığı için yavan görünüyor, bu tür fotoğraflardaki gençlerin yüz ifadeleri ve vücut dillerinin sınıfsallığı da başlıbaşına mevzu falan, ama sonuçta "kazık kadar gençler, ne halt istiyorlarsa ederler" deyip kapatabileceğimiz bir konu. Soldakiyse, Koton'un çocuk giyimi reklamı. Tam da sağdaki dörtlüye özendiren, onu hatırlatan bir fotoğraf. Burada da iki çift var, farkındaysanız. Çiftlerin ilişkisinin ve soldaki kızın pozunun "çocuk" fotoğrafı sınırlarına yaklaşmasına ama onu aşmamasına özen gösterilmiş. Soldaki oğlanımız yeterince cool ve bunun ödülünü alıyor, gördüğümüz gibi.

Soru şudur: Ne âlemi var? Bu çocukları bu yaşlarda bu rollere itince, cinselliği uyanmış ve bunu yaşayabilecek yaşlardaki gençlerle aralarındaki mesafeyi böyle kısaltınca buradan nasıl sonuçlar doğmasını bekliyoruz? Daha çok pantolon ve etek satmayı mı? Pardon, bir de güneş gözlüğü! Yani daha çok para kazanmayı.

Soldaki fotoğraftaki kıza bu pozu verdiren kimdir? "Ayy, kendi veriyor, ne şirin!" ekolüyle hesaplaşmam buraya sığmaz, onu erteliyorum. Bu kızın yüz ifadesi, tavrı, edâsı, her şeyi size normal, sağlıklı görünüyor mu?

Koton firması ve reklamcısı, şüphesiz çocukların piyasa çarkına kurban edildiği bu vicdansızlık alanının tek suçluları değil. Üstelik burada, bu çocukların aileleri de suça ortak. O kadar çok yönden sorunlu ki çocukların bu şekilde "kullanılması", hangi birinden sözedeceğimi şaşırıyorum. Bu yüzden şimdilik burada kesiyorum. Bu fotoğraflara biraz uzunca bakıp duyduğum rahatsızlığı paylaşırsanız şu an için amacıma ulaşmış olacağım. Bir de tabiî, Koton'u o korkunç kampanyasından vazgeçirmek, bir ibret belgesi oluşturmak anlamına gelecek.